Cenneti aramak!

Freud, Kopernik Devrimi ile âlemin merkezinin dünya olmadığını; Darwin’in evrim teorisiyle kendisinin canlılar silsilesinin devamından ibaret sıradan bir varlık olduğunu gören insanın narsisizminin büyük darbe aldığını söyler. Ona göre psikanalize olan tepkiler de aynı narsisizmden kaynaklanıyordu. Ama gelin görün ki, modern bilimin ve teknolojinin mucidi insan, kasım kasım kasıldığı, narsisizmini doruğa çıkarma zevkine bu zamanlarda ulaştı. Düşünürler “narsisizm çağı” diye yaşadığımız zamanları adlandırdılar.
Freud, yanılmıştı; modernlikle birlikte yara alan insanın narsisizmi değil, iradesiydi. İrade giderek bilimden ve felsefeden çekildi, kendisine sadece İlahiyat ve Hukuk’ta yer bulabildi. Freud, iradenin itibar kaybetmesiyle birlikte insanın sorumluluklarından firar edeceğini de fark edemedi. Hem kendini beğenmiş hem sorumluluk üstlenmeyen modern insanın, bu komik çelişkiyi fark etmeden yaşayıp gitmeyi beceren akrobatik bir körleşme ustası olacağını göremedi.
Modern insan, bilgisi, bilgiye ulaşma imkanları arttıkça daha çok yetki ve sorumluluk sahibi olması gerekirken davranışlarının sorumluluğunu içindeki karanlık bilinçdışına ya da genetik yapısına bağlamaya nasıl rıza göstermişti? Mühim ve zor soru bu. Kapitalizm, teknoloji, yeni iş düzeni, boş zaman mefhumunun ortaya çıkışı, alkol, uyuşturucu, pornografi, reklam ve tüketim kültürü ne aklınıza gelirse sayabilirsiniz… Ama galiba sonuçta hepsi bir oldu; içimizdeki nefsani akış, iradenin yerini aldı, özgürlük adına sorumluluktan firar ettik.
Biz insanlar da canlılardanız ama diğer canlılardan, hayvanlardan birçok temel farkımız var. Hayvanlar da kendilerine göre bir mantık silsilesine ve iletişim sistemi olarak dile sahipler ama hepsi bir biyolojik program dâhilinde gerçekleşiyor. Hür irademiz, bizi tabiatın, biyolojik programın belirleyiciliğinden kurtarıyor, bambaşka bir ontolojiyle donatıyor. Şimdilerde pek anlaşılamasa da, insan, arzusunun niteliği açısından da diğer canlılardan çok değişik yapıda… İnsan arzusu, hayvanlardaki gibi basit değil, karışık ve nitelik açısından apayrı…
Filozof Hegel’e göre, başkasının arzusunun arzulamak, insani arzunun en ayırt edici niteliği. “İnsan isteği ya da daha iyi bir deyişle, bir bireyi özgür ve bireyselliğinin, özgürlüğünün, tarihinin ve sonuç olarak da tarihselliğinin bilincinde kılan, anthropogene (insan kılan) istek, hayvanın duyduğu istekten (doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hakkında yalnızca bir duyguya sahip olan varlığın isteğinden) gerçek ‘pozitif’, veri olan bir nesneye değil de, başka bir isteğe yönelmesiyle ayrılır. Böylece örneğin erkek ve kadın ilişkisinde istek, eğer biri diğerinin bedenini değil de, isteğini isterse; eğer o istek olarak isteği ‘elde etmek’, ‘kendinin kılmak’ isterse, yani istenmek ya da ‘sevilmek’ yahut insan olması bakımından değerli olarak, insan bireyi gerçekliğinde ‘kabul edilmek’ isterse, bu insani bir istektir.” Hegel’in bu sözlerini tekrar tekrar okumak lazım. Velhasılı, insan, esasen başkası tarafından tanınmayı, sevilmeyi arzuluyor.
Hegel’in bu tanımından hareket eden psikanalist Jacques Lacan, insan arzusunun diğer canlılar gibi tek başına ele alınamayacağını, ancak kişiler arası bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Örneğin ağlayan çocuğa, annesi bir parça çikolata verdiğinde, çocuk, hiçbir zaman annenin bu eyleminin kendi ihtiyaçlarının giderilmesi için mi yoksa bir sevgi gösterisi olarak mı gerçekleştirildiğini bilemeyecektir. Zaten bir bakıma arzunun gelişmesinin temeli de talebin ortaya çıkardığı bu düş kırıklığıdır. Lacan’a göre insani arzunun tatmini imkânsızdır ve bunun kökeninde insanın dilsel bir varlık oluşu bulunur. Biz, insan yavrusu iken, dili öğrenmeden önce de arzuluyorduk, istek ve ihtiyaçlara sahiptik. Ama dili öğrenir öğrenmez, arzumuzu dille ifade etmeyi de başardık. Ne ki, kelime, gerçeğin yerini tutmayacak, bir şeyler hep eksik kalacaktı. Sürekli anneyle yaşadığımız günlerin, yitik zamanların peşine düşmekten başka çaremiz yoktu. Ama ne yaparsak yapalım o günler geri gelmeyecekti.
Canlılar içinde en tutkulu olan biziz. Bu tutkunun kaynağı, anneyle birlik zamanlarımızı tekrar ele geçirmek isteyen arzu… Annemizle yaşadığımız cennet günlerini arayıp duruyoruz. Başkalarının bizi annemiz kadar sevdiğinden emin olmak istiyoruz. Ama ne cenneti bulabiliyor ne de sevildiğimizden emin olabiliyoruz. Modernlikle bu açmazımız iyice mütebariz oldu. Oysa iradeli bir varlık olduğumuz eski zamanlarda, tutkumuzu, arzumanımızı içimizde tutabiliyor, doğrudan doğruya asıl cenneti arıyorduk ve bu garipsenmiyordu.

Kaynak: Yeni Şafak

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41