Önyargının kaçınılmazlığı hoşgörünün mecburiyeti (II)
“Ağız ve diş yapımızın mikropların birikmesine uygun bir vasat olduğunu bilmemiz nasıl ağız ve diş sağlığımız için çabamızı artırıyorsa, önyargıların zihnimizde hep bulunduğunu, her an zihnimizi etkileyebileceğini bilmemiz de onları ıslah etmemizin yollarını aramamıza neden oluyor…” Önyargıların kaçınılmazlığını anlatma, dolayısıyla vicdanımızda bir erdem olarak hoşgörüye yer açma çabamız sürüyor. Ama bir maruzatım var.
Maruzatım, “hoşgörü” sözünün kendisiyle ilgili. Bu sözün alabildiğine suiistimal edilerek yıpratılması haricinde, daha baştan insanı rahatsız eden üstenci bir anlamı var gibi duruyor. “Senin şu davranışını hoş görüyorum” derken erdemli bir tavır sergilemekten ziyade emir kipinde konuşuyoruz. “Hoşgörü” sözcünün ikinci olumsuz yanı ise, ne kadar hoşgörülü olursak toplumsal hayatta o denli cezai müeyyideye lüzum kalmayacağına dair yanlış bir izlenime yol açması, cılkı çıkmış toplumsal nezaket anlamına kadar sündürülmeye müsait olması. Oysa çok açık: “Hiçbir kabahati, hoşgörülüyüz diye mazur göremeyiz. Suç varsa ceza vardır!” Hayatımızda erdem olarak hoşgörünün hep bulunması, bizi ne emir makamına oturtur ne de kabahati ayıplamadan, suç işleyeni cezadan muaf kılar. Biz hoşgörüyü bu hatalı çağrışımlarından arındırılmış olarak çok kıymetli bir erdem, birbirimizi anlamanın, aramızdaki farklılıkların değerini bilmenin ve her şeyden önemlisi önyargılarımızı ıslah edebilmenin bir yolu olarak görüyor, bu manada kullanıyoruz. Aynı sakıncaları, hoşgörüye eşdeğer ve yakın manada kullanılan tüm diğer sözler, “tesamuh”, “müsamaha”, “tolerans”, “tahammül” de taşıyor. Karışıklık sorunu, sanki kelimenin kendisinden değil de anlatmaya çalıştığı erdemin niteliğinden kaynaklanıyor gibi.
Velhasıl, hoşgörü, farklılıklarımızı hayra yormanın, birbirimizden öğrenmenin, toplumsal hayat için ne yapıp edip uzlaşmaya mecbur olduğumuzun kavranması, bu şuurun adıdır. Böyle ele alınca, doğal olarak hoşgörü bizim için demokrasinin ahlaki, vicdani zeminini oluşturuyor. Sanıyorum maruzatımı anlatabildim. Artık başa dönebilir; sağlıklı bir insan ilişkisi kurabilmek, toplum oluşturabilmek için neden hoşgörüye mecbur olduğumuza gelebiliriz.
İletişim teorisi, sağlıklı insan ilişkisinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili bize çok önemli bilgiler veriyor, işe yarar önerilerde bulunuyor. Mademki tümüyle açık, eşit ve güvenli bir iletişim, pratikte mümkün olmayan ancak ideal bir durum, o halde biz de hal ve gidişimizi ona göre ayarlamalıyız. Sağlıklı bir iletişim ve iletişim kazalarından korunmak için belli ilkelere göre hareket etmeliyiz. İnsanlar arasındaki anlayış, yorumlama ve duyuş farklılıklarının doğal ve kaçınılmaz olduklarını daha baştan kabullenmeli, çok zorlansak da karşımızdakini anlamaya çalışan bir hoşgörü anlayışına sahip olmaya çalışmalıyız. İnsanın kendisini ve karşısındakini tam olarak anlamasının, dolayısıyla iletişim kazalarından korunmanın bir yolu henüz bulunamamıştır ve eğer insanlar arası ilişkiler robotlar arası ilişkilere dönüşmeyeceklerse hiçbir zaman bulunamayacaktır. O halde her zaman zihnimizde, vicdanımızda hoşgörü için bir yer açmalı, karşımızdakinin bizden farklı bakışını dinleyip anlamaya hatta uygunsa kabul etmeye çalışan bir olgunluğa ulaşmaya gayret etmeliyiz.
Önyargıların kaçınılmaz olduğunu söyleyen Gadamer’in yorumcu yaklaşımına göre de hoşgörüden başka bir çıkış yolumuz yok. Zira “anlama”, insanın dünyadaki temel var olma biçimlerinden birisi: Her an anlam dünyasının ve anlama eyleminin içindeyiz. Önyargılar gibi gerçek anlama da bu sürecin içinde ortaya çıkıyor. Önyargılarda ısrarcı olmak fanatizme gerçekten anlamaya çalışmak hoşgörüye dayalı diyaloga yol açıyor. Gerçek anlama, ancak kendi görüşlerimizin ve önyargılarımızın tam bilincinde olmakla imkân dâhiline giriyor. Önyargılarımızı fark ederek onları paranteze almaya, “öteki”yle diyaloga girerek onunla ufuklarımız arasında bir kaynaşma sağlamaya çalışmadığımız sürece “anlama” mümkün değil. Ama başkalarıyla diyalog içinde önyargılarımızı ıslah etmeye çalışırsak, karşımızdakini anlamakla kalmaz, belki bu sayede kendimizi de anlamaya yaklaşabiliriz.
Bitirirken haklı olarak soracaksınız, önyargıları kaçınılmaz kılan şeylerden birinin kimliğimizin oluşumu sırasında “öteki”ne olan ihtiyacımız olduğunu söylemiştiniz, oradan hoşgörüye bir yol yok mu? Olmaz olur mu hiç! Araştırmalar, kimlik çatışmalarının kimlik ihtiyacından ziyade kimliklerin birbirine saygı göstermemesinden kaynaklandığını gösteriyor. Karşımızdakinin kimliğine saygı göstermeye başladığımızda fanatizme ve çatışmaya neden olan şey tam tersine hoşgörüye dönüşebilir. Kimlik, nihayetinde hayatın içinde mütemadiye inşa edilen bir süreçtir. Kimlikler, kültürler, çatışmadan daha çok yoğun bir alışveriş ve geçişlilik gösterirler.
Boş verin benim teorik vızıltılarımı, Anadolu’muzun mayasına bakın, söylemek istediğim her şey orada yazılı…
Kaynak: Yeni Şafak