Sermaye devlet katarından ayrılınca
Görüşleri çok mühim olduğu halde çoğu zaman anlaşılmadan kalmış düşünürlerden birisi de Alman sosyolog Ulrich Beck’tir. Dilimize en önemli iki kitabı “Risk Toplumu” ve “Siyasallığın İcadı” çevrilmiş bulunan Beck, genellikle son dönem modernliğinde risklerin artışı tespitine indirgenir ve onunla anılır. Oysa O, yaşadığımız zamanları anlayabilmemiz için çok özgün bir bakış açısı sunmuştur.
2015 yılında vefat eden Ulrich Beck, 2000 yılında TÜYAP Fuarı’nın konuğu olarak İstanbul’a gelmiş, “Siyasallığın İcadı” çalışmasını dilimize kazandıran Nihat Ülner hocayla bir söyleşi yapmıştı. O zaman Virgül Dergisi’nde yayınlanan bu zihin açıcı söyleşiyi Türkiye Günlüğü, 2018 Yaz sayısında yeniden yayınladı. Gerek derginin gerek Nihat Ülner hocanın anlayışlarına sığınarak söyleşiden bazı bölümler aktarmak istiyorum.
Ülner hocanın “Siyasallığın İcadı” ve Risk Toplumu” kitapları arasında nasıl bir bağlantı var sorusuna, Beck’in cevabı, tüm yanlış anlamaları giderecek ve katkısını netleştirecek nitelikte.
“’Risk Toplumu’nda risk kavramını henüz ayrımlaştırmamıştım. Sosyoloji ve doğa bilimlerine dair tartışmalarda bu kavram genellikle ‘denetlenebilir güvensizlik’ biçiminde yorumlanagelmiştir. Ne var ki bu tanım, tam da benim tespitimle çelişen bir tasarımdan kaynaklanmakta; çünkü sınai üretiminin, artan ölçüde kurumsal denetlenebilirliğin ötesine taşan sonuçlarla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumu bir kaza örneğiyle aydınlatmaya çalıştım. Sanayi kazalarıyla ilgili istatistikler, çoğunlukla zaman ve mekân açısından sınırları olan bir olaydan yola çıkar. Halbuki Çernobil, ekolojik tehdit ve deli dana hastalığı örneklerinde olduğu gibi sanayi üretiminin uzun süreli, gizil sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu sonuçlar, günümüzde de her yerde mevcut durumdalar. İşte ‘risk toplumu’ kavramı aslında tam da bu duruma işaret eder. Dolayısıyla risk toplumu kavramını tam olarak ‘Siyasallığın İcadı’nda ayrımlaştırdığımı söyleyebiliriz; daha önce ayrımlaşmamış bir risk kavramını kullanmış ve bu denetlenemezliği merkezi konuma yerleştirmemiştim.”
Gayet açık. Küresel boyutlarda, denetlenemez hale gelmiş risklerden bahsediyor Beck. Ardından verdiği cevapta sigortalamanın da böyle bir toplumda pek işe yaramayacağını, artık “ilerleme” bayrağının altında herkesin toplanmadığını, kesin olarak birbirinden ayrılması mümkün olan birimlerden müteşekkil bir dünyada yaşamadığımızı tane tane anlatıyor. İkinci tür modernlik içinde bulunuyoruz Beck’e göre. Birçok şeyin hem şöyle hem de başka türlü olduğu bir çağ bu yeni modernlik.
Weber, Marx ve Durkheim gibi önceki dönem modern toplumunu inceleyenler, şu veya bu ölçüde, modern toplumu bir evrim ilkesi dâhilinde ya da ilerleyen bir rasyonelleşme ve işlevsel bir ayrımlaşma süreci olarak düşünüyorlardı. Yani modernleşme çerçevesinde her şeyin giderek daha iyi, daha rasyonel, daha kontrollü olacağı, denetim mekanizmaları ve teknik güvenliğin her geçen gün mükemmelleşeceği sanılıyordu. “Klasik sosyolojinin modern toplumu ve modernleşmeyi tasarlarken yola çıktığı bu temel varsayım, bu temel model bence yanlışlanmaktadır. Bu türden bir kavramsallık, ekolojik kriz, deli dana hastalığı ya da hayat şartlarının yeni ulus-öteliği gibi konularda kendini ele vermekte. Modernliğin bu klasik imgesinin yerine -ister gündelik hayata, tekniğe, ister siyasete ilişkin olsun- verilen tüm kararlarda, öngörülemeyenin, beklenmeyenin tahmini gerekliliğinden yola çıkan bir modernleşme imgesi oluşturmak gerekir…”
Burası da gayet açık. Artık modernlik, umulduğu gibi mükemmelliğe doğru değil bilinemeyen, öngörülemeyen tehditkâr bir karanlığa doğru ilerliyor; sürekli sorgu sualsizlikler üretiyor, diyor. Devamında bunu yapanın teknik olduğunu söylüyor Beck. Modernliğin asıl icadı olan teknik karşısında hiçbir seçme özgürlüğümüzün kalmadığını belirtiyor. Bence asıl katkısını ise bugünlerde aşikâr olan ama o zamanlar tespiti hayli müşkül olan bir tespitle yapıyor. Şöyle diyor: “Siyasetin artık hükümet ve parlamento gibi merkezi ya da tek bir merkezi olamadığı gibi, farklı farklı birkaç merkezi vardır. Alt-siyaset merkezleri siyasal güç uygulayıp kararlar alabilirler ve bunları meşrulaştırmak, kamusal alanda tartışmak zorunda değildirler. Bunun bir örneği, günümüzde sermayenin ulus-devlet katarından kaçma kararıdır. Bu tipik bir alt-siyasal karardır: Büyük bir siyasal etkiye, bağlayıcılığa sahip olduğu, öte yandan siyasal bir meşrulaştırma sürecinden de geçememiştir.”
Sermayenin devlet katarından kaçması, bence 1980 sonrası tüm sürecin belirleyeni… Dünyamızı asıl alt-üst eden, teorisyenleri şaşkına çeviren, Sol’u Sol olmaktan çıkaran asıl fail, teknolojik aklı da emri altına alan sermayenin başına buyrukluğu…
Kaynak: Yeni Şafak