Beşer müsveddeleri!
Darbelerle ve darbecilikle mücadele etmenin hala ilk vazifemiz olduğunu konuşmalıydık o gün, zira bir gün önce, 12 Mart faşizminin 45. yıldönümüydü. Ya da insan sağlığının önemini, yeni anayasada sağlık sistemimizin nasıl olması gerektiğini, konuşmalıydık, zira bir gün sonra 14 Mart Tıp Bayramıydı. Milli Mücadele’de sağlık çalışanlarımızın önderlik rolünü üstlenmesinin aziz hatırası önünde eğilmeye hazırlanmalıydık. Alçakların aklı, ne demokrasi de ne de toplumdaydı; her fırsatta ikisinin de ebediyen düşman olduklarını göstermek, bir darbeye daha çanak tutmak istiyorlardı. 13 Mart Pazar akşamı, güzel Ankara’mızı bir kez daha kana buladılar. İnsanımıza, ülkemize rahat, huzur vermemeye; menfur emelleri için şeytan başta olmak üzere her türlü şer güçle ittifak yapmaya yeminli olduklarını bir kez daha ilan ettiler. Alçakların “Nevruz’un ayak sesleri” diye tanımladıkları bu katliamın, herhangi bir amaçla, idealle ilgisi olamazdı. Yapan da, destekleyen de aşağılık beşer müsveddelerinden başkası değildi.
“Mesele…, Kızılay’daki son saldırıda da görüldüğü gibi, topyekûn milletimizin hayatına kasteden alçaklarla daha etkili mücadele edebilme meselesidir”. Cumhurbaşkanımızın sözlerine katılmamak mümkün değil. Terörle daha etkili mücadele; “terör, terörist” tanımının yeniden yapılarak, ceza kanununa derç edilmesi şarttır.
Terörle mücadele için bir şart da, toplum olarak teröre karşı dayanışmamızı arttırmamız, demokrasi bilincimizin gelişmesi ve teröre yol açan koşulları iyi analiz edip ortadan kaldırmaya çalışmak… Teröre karşı mücadele, yalnızca güvenlik güçlerinin omuzlarına yüklenemez, her birimize görevler düşüyor. Mesela psikolojik bilimlerle ve toplum ruh sağlığıyla ilgilenen kimseler olarak biz, terörün psikolojik boyutları konusunda kafa yormalıyız. İçinde yaşadığımız somut durumun gerilimlerini, çatışma dinamiklerini, bunların bireysel ve toplumsal psikolojiye olan etkilerini ortaya koymalıyız.
Ankara’da üçüncü kez tekrar eden eylemin türü muvacehesinde, intihar saldırısı yoluyla teröre başvuranların psikolojisi, özel bir önem arz ediyor. “Nasıl oluyor da kimi insanlar, kendi ölümlerini de göze alarak hiç tanımadıkları onlarca insanın yaşamlarına kast edebiliyorlar?” sorusuna cevap aramalıyız. Çokça konuşulan, toplumsal ve politik etkenler, ideolojinin, inanç sistemlerinin ikna gücü, örgütün baskısı gibi nedenlerin haricinde, psikolojik nedenleri de bilimsel olarak sorgulamalıyız. Bir başka deyişle birini, kendisinin ve hiç tanımadığı birçok başka insanın yaşamını yok etmeye sevk edecek ideoloji, inanç ve toplumsal dinamiklerin ötesinde, kişilik yapısı gibi psikolojik nedenleri de mercek altına almalıyız.
Bu konuda yapılmış çalışmalar var. Mesela 11 Eylül saldırısını yapanların eylem öncesindeki davranışlarını, hal ve hareketlerini inceleyen psikiyatristler, onların katı ve tahammülsüz davranış, sağlıksız narsistik tepkiler, kendilerinden olmayanlara karşı aşırı öfke gibi benzer davranış özellikleri gösterdiklerini saptamışlar. Ancak sayılan tüm bu özelliklerin teröristlere özgü bir kişilik yapısına işaret etmeyeceğini tam tersine farklı kişilik özelliklerine sahip birçok insanın böyle davranış örüntülerine sahip olabileceklerini de belirtiyorlar. En ayırt edici özellik olarak katı ve keskin, fanatik tutumlara ve kendi önemleri hakkında abartılı fikirler oluşturmalarına neden olan sağlıksız bir narsisizme vurgu yapılıyor.
Gerçekten de bu saptamalar, çok önemli. İntihar saldırganına birebir uyan bir şablon, hele hele bir ruhsal hastalık aramak yerine, terörist zihnin ayırt edici özelliklerini belirlemeye çalışmak, bilimsel bakımdan daha uygun… İntihar saldırısını yapan teröristin, kendisinin yok oluşuna, son tahlilde kendisine çok yüksek bir anlam yüklediği açık. Bu kendini tahribe yönelik tutumu, bazıları depresif bir belirti olarak görebilir. Ama çalışmalar, intihar saldırısı yapanlarda çoğu kez, benlik saygısı yitimiyle karakterize depresyon bulunmadığını gösteriyor. Kendisiyle birlikte birçok insanı yok etmeye çalışan saldırganın psikolojisini açıklarken “ölüm narsisizmi” kavramı kullanılıyor. Depresyonun değil ama patolojik ve katı bir vicdanın mütemadiyen üretip durduğu suçluluk duygusundan kaynaklanan depresif-mazokistik bir kişilik yapısının intihar saldırısında payı olabileceği üzerinde duruluyor. Terör örgütlerinin yapı ve işleyişindeki acımasız liderlik ve hiyerarşi, çok sert bir özeleştiri düzeneği ve örgüt kurallarına uymamanın ağır biçimde cezalandırılması, saldırganın patolojik-katı vicdanıyla örtüşüyor.
Çocuklarımızı kendine ve başkalarına kıyan zalim beşer müsveddeleri haline getiren örgütlerin kucağına itmemek için gerekli önlemleri almak, aile ve toplum olarak en birinci vazifemiz…
Kaynak: Yeni Şafak