Gönülsüz akıl, akılsız gönül

Gönülsüz akıl, akılsız gönül

Kalb, içimizde her daim Hakkı gösteren pusula. Vicdanın, ahlakın, erdem ve güzel hasletlerin kaynağı o. Burası iyi anlaşılırsa, varoluşsal merkezimizi, Yaratıcımızla irtibatımızı sağlayan kalb’in aşkın ve güzellik hissiyatımızın, estetiğin de membaı olduğunu kolayca idrak ederiz ama bunların ayrıntısına sonra girelim… 

Kalb temizliği olmadan insaniyetimizi geliştirmek, nefsimizi olgunlaştırmak mümkün görünmüyor. “Bir insanın dışarıdan abdest almasıyla temizliği tamam olmaz. İçinde kötü huylar kaldı mı, kötü huylu olması dolayısıyla, makbul bir insan olması mümkün olmaz! Bu neye benzer?.. Bir şişenin içinde içki olsa, bu içki şişesini götürsen, deryanın kenarında on yıl dışını yıkasan, yine temiz olmaz.” Böyle diyor Hacı Bektâş-ı Velî, Makalat’ında. Bence selim bir kalb’in ne demek olduğunu, anlam ve önemini fazla söze bırakmayarak pek güzel özetliyor. Kalb temizliğiyle, kalbin ahlak ve vicdanla, iyi huylarla bağlantısı hususunda zaten pek bir tereddüt bulunmuyor, geleneksel anlatılar bunun örnekleriyle dolu. Gerek çocuk yetiştirme pratikleri gerek insan ilişkilerinde ihtiyaç duyulduğu anlarda bu örnek anlatılardan çokça yararlanıyoruz. Kalbin imanla ilişkisini, kalbden maksadın çam kozalağı gibi bir et parçası olmadığını; “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım”, “Ben kulumun kalbine günde yetmiş defa nazar ederim”, “Paslanan her şeyin bir cilâsı vardır. Kalbin cilâsı da ‘Estağfirullah’ demektir” kutlu sözlerini, kalbin temizliğini günahların bozacağını ve karartacağını bilmeyenimiz yok.  Kavraması nispeten güç olan, “kalb” konusunun en zorlu meselesi “kalbin akletmesi”… Bu nedenle bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

“Kalbin akletmesi”, gerçekten de hayli zorlu ve kalb meselesinin künhüne vakıf olmaksızın anlaşılması müşkül. Hem akıl hem hikmet hem bilgi hem kalb (gönül) konularına epeyce kafa yormuş olan Sait Başer üstadımız imdadımıza yetişiyor, onun konuya Türkçeden bakışı ve yorumuyla idrakimiz kolaylaşıyor. Üstadın sosyal medyadan yayınladığı “Akılsız gönül, gönülsüz akıl yahut düştüğümüz yerden kalkmak” başlıklı makale, kalbin akıla bağlantısını aydınlığa kavuşturmak için çok yararlı. Müsaade ederseniz, “kalbin akletmesi” konusunda söylediklerimizi, söyleyeceklerimizi gayet güzel ve vazıh bir biçimde ifade eden bu makaleden uzun bir alıntı yapmak istiyorum.

“İnsanoğlu kendindeki melekelerin her birini ayrı bir değer olarak görmeye meyilli. Onları ayrı ayrı adlarla birbirinden ayırarak anlamaya döneli beri, uzmanlıkların o ayrımlar zemininde şekillenmesi anlayışı güç kazanalı beri kendi iç birliğini bile kaybetti. Artık bir canımız var, bir ruhumuz var, nefsimiz var, aklımız var, gönlümüz var, vicdanımız var… Var oğlu var! Şuurumuz, şuuraltımız, şartlanmalarımız, reflekslerimiz, insiyaklarımız… Bunların her birini ayrı birer varlık alanıymış gibi mütâlâa eder olduk. Öyle olunca da aynı özün her bir haline, tutum ve yönelişine başka biriymiş gibi şaşkınlıkla bakıyoruz. Tabiatıyle de kendimizi çözemiyor, anlayamıyor, dahası yabancılaşıyoruz. Kendi gerçekliğimizden korktuğumuzu bile söylemek mümkün.

Kendimize yabancılaşmış halimizle de âlemin esrarını çözme iddiâsında, gözümüz fezâda yıldızların keşfi derdindeyiz. Neyi nasıl bildiğini bilmeyen, kendine yabancılar olarak alemi bilmek de bizim komedimiz.
Ulemâmız ise dar açılı bakış açılarına mahkum, bir savunma psikolojisiyle uzmanlıklarından elde edilmiş itibar ve kazanç kapılarını takdise berdevam.
Öyle olunca bütünlüklü bünyemizin ihtiyaçları bu parçalı algı bombardımanından, tahriklerinden sakinleşemediği demlerde sükunet bulma adına mecburen birlik ihtiyacına üfürükçülerden, astrologlardan, falcı veya medyumlardan cevap devşirmeye koyuluyor. Bu garabet, öyle bir karmaşık meseleye dönüyor ki; zamanla, kendimizdeki paramparça kişilik algısının bazı elemanlarını tercih ettiği iddiasıyla diğer cüzlerimizi itip kakıyor, dahası bu tutumumuzu dışa vurarak medeniyet tarif ve tasniflerine kadar götürüyoruz. Derdi büyütüp karmaşıklaştırdıkça, çözüm daha da zorlaşıyor, çapraşıklaşıyor gayet tabiî…

Neymiş ‘Akıl Medeniyeti’ varmış, ‘Gönül Medeniyeti’ varmış. 
Bunlardan akıl yani Batı medeniyeti; sömürü ve zulmün ürünü maddî gücü sebebiyle, zahirdeki refaha dayanılarak üstün görülmüş ve bir ilkeye bağlamak gerekince de temel sebebin akıl olduğuna hükmedilmiştir… Akıl insanın asıl öznesiymiş ve gönül taraftarlarına baskınmış! Batı merkezli medeniyet işte o aklın eseriymiş ve Batı’nın üstünlük sebebi de akılmış! Tabiî bu tasnife ‘inanıldığı’ an, gözü güç ve iktidarda olan birisiyseniz ve de kendinizi ‘Doğulu’ sayıyorsanız, âdetâ apriori hâle gelen bu iddia sebebiyle kendi dünyanıza öfkeyle bakmaya başlıyorsunuz. O öfke zamanla nefret kılığına da bürünüyor, dünyanızı yok etmekten başka yol bulamıyorsunuz. Doğu denilen coğrafya parçalarındaki modern ‘devrimler’e o dikkatle bir bakın isterseniz.
Artık illa akılla gönülü kavga ettirmek zorundadır âlem halkı! 
Akılsız gönülü tercih(!) eder görünen dindara mı üzülürsünüz, gönüle kapalı olduğunu iddia eden ‘rasyonalist’e mi? Sanki gönülsüz akletmek imkanı varmış, yahut aklı dışarda tutabilecek bir ‘pür’ gönül mümkünmüş gibi?…”

Kaşgarlı Mahmut’un, gönülü akılla tarif etmesini, Yusuf Has Hacip’in akılı: “Şefkat dolu bir gönül” diye tanımlamasını delil gösteren üstat,
bilinen en eski zamanlardan beri Türkçe düşünen geleneğimizin bu iki değeri ayırmadığı kanaatinde. Sait Başer, felaketimizin önce akıl düşmanlığı ile, imanı taklitle benimsenebilir bir tarife indirgemekle başladığını sonra da pozitivizmin yine gönül düşmanı, maddeci dünyasına evrildiğimizi, toplumumuzun bu iki âfet arasında asırlar geçirerek, öle yite bu günlere geldiğimizi düşünüyor. “Bari artık bundan sonra düştüğümüz yeri anlasak ve ayağa kalkma modelimizi oradan çıkartsak” diyor.

Üstada hak vermemek mümkün değil. Aklı sadece düz mantık işleyişine indirgediğimizde, onun kalple (gönülle) bağlantısını kopardığımızda başımıza ne işler geldiğine en çok biz modernler tanığız insanlık tarihinde. Çıkar hesaplarında ustalaşan bir avuç zengin, dünyanın geri kalanını her geçen gün daha çok yoksulluğa mahkum ediyor. Sorsan bunu sözüm ona akıllarını bizden daha iyi kullanmayı becererek yaptıklarını söyleyecekler. Aynı şekilde teknolojinin insanın hayrından, insaniyetten ve tabiattan uzaklaşmasıyla bugün nasıl bir çıkmaz sokağa girdiğimizi, güya içimizdeki bir takım akıllılar (!) marifetiyle dünyayı bir anda kıyamete sürüklemesi mümkün olan acımasız güç savaşlarının, küresel salgınların ortasında kendimizi bulduğumuzu en iyi biz biliyoruz. Yine sorsan, teknomedyatik dünyanın insandan ve tabiattan uzak bu tablosunu görmezden gelecek, aklın ve zekanın önünde durulamayacağını söyleyerek mevcut durumu meşrulaştırmaya çalışacaklar. Biz de onlara demeliyiz ki, “Bu yaptıklarınıza akıl değil, dizgin tutmaz hırs ve tamahın neden oldu, aklın bu işte bir günahı yok. Siz insanı insan yapan her şeyi olduğu gibi aklı da varoluşumuzun merkezindeki kalpten kopardınız, bizi önce Yaratıcımızdan sonra da ahlak ve vicdandan, merhametten ve erdemlerden, güzellikten ve tabiattan mahrum bıraktınız!…”

“Perde ve Mana”

Kıymetli İbrahim Kalın, “Perde ve Mana: Akıl Üzerine bir Tahlil” başlığıyla fevkalade önemli bir kitap çıkardı ve modernliğin akıl üzerine bakışına ciddi bir eleştiri yöneltti: “Rasyonelliğin nicel olarak ölçülebilir özellikler ve rakamlara dayalı işlemsel tercihler olarak tanımlandığı bu çağda, aklın ontolojik temelleri radikal bir biçimde değiştirildi ve idealize edildi. Sonuçta insnai olmayan rasyonellik biçimleri insan aklının temeli olarak tanımlandı. halbuki bizi diğer mahlukattan ayıran ve açıkça onlardan üstün kılan (İsra, 17:70) akıl dediğimiz eşsiz beşeri nitelik, rakamlara dayalı işlemsel rasyonellik kavramnının kasine, esasen ve öncelikli olarak niteliksel (keyfiyete dayalı) ve aksiyolojik (değer temelli) bir zeminde faaliyet gösterir. İslam’ın modernistler ve oryantalistler tarafından akıl-dışılık ve dogmatizmle suçlanması, kısmen, İslami entelektüel gelenek içinde gelişen rasyonalite kavramının Batı’da 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan modern ve 20. yüzyılda yükselişe geçen postmodern rasyonalite anlayışının ana fikrine muhalif oluşü yüzündendir” (s.16)… “Batı düşünce geleneğinde de bulunan hikemi bilgi (sapiential knowledge), aynı zamanda tefekkür, teemmül ve tezekkür kavramlarını da ihtiva eder. Erdem ve basiret, bu düşünme tarzının temel unsurlarındandır. Bu bilgi türü, iyi ve güzeli de kapsar ve onlara epistemik ve manevi boyut katar. varlığa hikmet nazarıyla bakmak, aklın tefekkür ve nefsin tezkiyesi marifetiyle iyinin, doğrunun ve güzelin bilgisine ulaşmak ve buna göre yaşamaktır. Burada akıl, kalp, duyular, vicdan ve diğer kognitif araçlar bir bütün halinde çalışır ve birbirlerinin yolunu açarlar. Hikmetin temeli ‘neden’sorusunu cevaplamak olduğundan, hikemi bilgi bize eşyanın fiziki/zahiri özellikleirni değil, asli mahiyetini ve sebebini açıklar. Bu ‘açıklama’, aynı zamanda aydınlanmadır. Perdelerin kaldırılarak hakikatin ışığının yayılmasıdır” (s.24)…     

Aklın bir yandan çok öne çıkarıldığı ama bir yandan da ontolojik, kapsayıcı, hikemi manalarını unutulduğu zamanların özelliklerini enine boyuna ortaya koyan ve İslam’ın akıl-dışı olduğuna dair yalan propagandaları çok nitelikli biçimde bertaraf eden İbrahim Kalın’ın bu yol gösterici çalışmasını alkışlıyorum. Ancak “kalb” üzerine yoğun düşüncelerden sonra modernliğin hatalı akıl kavrayışının nedeninin geleneksel dünyada temel olan “kalb” kavramının unutulması olduğunu düşünüyorum. Kur’an’da “akıl” kavramı isim olarak geçmiyor ama üç yüzden fazla ayette bir biçimde akıl vurgulanıyor, defalarca kalpleriyle akletmekten bahsediliyor. Kanaatimce insanı üstün kılan, emaneti üstlenmesine vesile olan vasıf “aklı” değil, kalbiyle akletmeyi başarabilmesidir.

Kur’an-ı Kerim yedi ayrı sûrede meleklerin Âdem’e secdesinden söz ediliyor. Bu konunun geçtiği ayetlerin tefsirinde müfessirler arasında bazı farklılılıklar olsa da secdenin, insanın yeryüzünde halife olmak üzere, en güzel şekilde yaratılışının tamamlanıp ruh üflenmesi safhasından sonra, isimlerin öğretilmesini müteakip, Âdem’in ruh ve bedeni ile tam ve şuurlu bir insan olmasından sonra gerçekleştiği anlaşılıyor. Yaratıcının en güzel bir biçimde yaratıp kendi ruhundan üflediği ve yeryüzünde halife kıldığı Hz. Âdem ve onun şahsında temsil edilen insan, eşrefi mahlukat olup değeri, üstlendiği misyonundan gelmektedir. Böyle bir misyonu sadece aklı ile değil aklını selim bir kalbin emrine veren ve ancak onunla varlığı idrak eden insan üstlenebilir.

Kalbi esas alarak baktığımızda, akılla ilgili idrakimizin daha güçleneceğini, ilaveten akıl-mantık ilişkisine de daha doğru bir bakış geliştirebileceğimizi düşünüyorum. Şöyle ki: İbrahim Kalın üstadımız adı geçen muazzam çalışmasında, aklı, “ortada duran bir mihenk taşı” olarak görmekte, dolayısıyla akla uygun olan şeylere “makul”, onun karşısında olanlara ise “akıl-dışı” (irrational) demektedir. Ona göre bazı şeyler aklın üzerinde ve ötesindedir, yani “akıl-üstü”dür (supra-rational); yine başka bazı şeyler ise aklın aşağısında yani “akıl-altı”dır (sub-rational) (s.38)…

“Kalbin akletmesi” bahsinde ele aldığım düşünceler muvacehesinde bu tasnif, hayli sorunlu ve fazlaca modern fikriyatın etkisi altında gibi görünüyor. Kanaatimce üstadın akla duyguları denetleme vazifesi vermesi de bu sorunluı tasniften kaynaklanıyor. Şöyle diyor İbrahim Kalın: “Mertebe olarak aklın altında bulunan (sub-rational) düşünce ve duygular, akla karşı çıkmanın yanı sıra onu aşağı çeker. Öfke, nefret, haset, haset, kıskançlık, kin ve husumet gibi duygular, sadece akıl-dışı değildir. Bunlar aynı zamanda insanı akıl ve erdem sahibi olmaktan uzaklaştıran yıkıcı hislerdir. Doğru bir akla ve muhakemeye sahip olmak, aynı zamanda bu fena duygu ve düşüncelere karşı korunaklı olmak demektir. Ancak gerçek manada akıl sahibi olan kişiler kötü duyguların esiri olmaktan kurtulabilirler. Aklın kendini aşağı çeken faillere direnmesi, onun asletinin gereğidir. Aklımızı kullandığımızda sadece rastonel argümanlara değil duygularımıza da hakim oluruz” (s.41)… İlk bakışta oldukça makul ve akla yatkın görünen bu tezler de yukarıdaki tasnif gibi sorunlu. Sorunun kökeninde de kalbin değil aklın mihenk taşı olarak ele alınması bulunuyor. İbrahim Kalın üstadın günümüzde benzerlerine ender rastlanan muazzam çalışmasına şapka çıkarıyorum lakin mihenk taşı olarak kalbi ele aldığımızda çözüme daha da yaklaşacağımızı, kavramların daha bir yerli yerine oturacağını düşünüyorum. Şöyle ki: 

Kalbin içinde yer aldığı sadr’da duygular, hisler, arzular da bulunuyor. Kalb onlara da yakın, ışık hüzmeleri oralara da uzanıyor. Nasıl akıl, kalbin etkisinde işlediğinde hikmet oluyorsa, kalbin hüzmesinden geçen duygu ve arzular da erdemle kaplanıyor, helal’e meylediyorlar. Kalbin hem muharrik gücü hem ilk ve asıl erdemi olan merhamet ve diğer erdemler, insanın duygu dünyasıyla da etkileşim halinde bulunuyorlar. Bu nedenle doğrudan doğruya hiçbir duyguyu daha baştan “kötü” ve “yıkıcı” olarak niteleyemeyiz. Ölçü, kalple olan etkileşimdedir. Eğer kalbin eylem alanından çıkmamış ve erdemlerin pusulasından şaşmamış ise öfke, nefret, tiksinme gibi duygular bile pekala “iyi”ye, “emri bil maruf”a hizmet edebilirler. (İbrahim Kalın üstadın duygular içinde saydığı haset, kıskançlık, kin, saf duygular değil varoluşsal merkezleri olan kalpleriyle irtibatı yitirdiklerinde kişilerin içine düştükleri halet-i ruhiyeleridir.)  Antonio Damasio’nun “Descartes’in Yanılgısı” kitabında açıkça görülebileceği gibi, son dönem bilinç üzerine yapılan nörobiyolojik incelemeler de aklın duyguları baskılayıcı bir işlev görmesinden ziyade onlarla birlikte çalıştığını gösteriyor. (Meraklı okuyucu, şu yazılarımıza bakabilir: http://www.erolgoka.net/minneti-anlamak-icin-hasedi-bilmek-sart/; http://www.erolgoka.net/duygu-ve-mantik-birbirine-zit-midir/)…

Sonuç olarak aklın olduğu gibi duyguların işleyişine de kalp merkezli olarak bakılmalıdır. Kalbiyle akleden insanın duyguları da, hisleri de haleti ruhiyesi de kalbin eylem alanının etkisi altındadır. Kalbin etkisi altındaki duygular, akılla kalp arasındaki rabıtayı sağlayarak aklın kalpten kopmasının, vicdansızlaşmasının önüne geçerler. Modernliğe yönelik en makul eleştiriler, onun aklı erdemlerden koparmış ve sadece çıkarların emrine vermiş yani araçsallaştırmış olmasına yöneliktir.  Akıl kalbin yörüngesinden çıktığında, insan da yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına doğru inmeye başlar.

Kaynak: Muhit Dergisi, sayı 8, Ağustos 2020

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41