‘İrade’ derken…
Hayatın en iyi öğretmeni, yine hayat… Psikiyatri hekimliği mesleğimden hayatıma o kadar çok katkı var ki… Kitaplardan okuyup öğrendiklerimden ziyade, hocalarımdan, meslektaşlarımdan, bir sorunu nedeniyle birlikte çalıştığımız insanlardan… Onlarla olan diyaloglarımızdaki ufuk kaynaşması sayesinde, anlamanın, anlaşmanın ne demek olduğunu, insanın iç dünyasının enginliğini öğrendim. Hayat bilgim sayelerinde biraz olsun arttı, bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğiyle ilgili daha çok düşünür oldum. Hayatı, hayatlarını, dostluklarını önüme koydukları, birlikte bakmamızı sağladıkları için hepsine çok teşekkür ederim.
Haluk Özbay, hem hocam hem ağabeyim. Ben onun asistanı olduğum yıllarda, takıntılı saplantılı hastaların zihinlerine sokulan saçma fikirleri bir türlü uzaklaştıramamalarına ve onların etkisini yok etmek için aynı şekilde saçma tekrarlayıcı hareketler yapmalarına “irade bozuklukları” derdik. Haluk Hoca, bu tanımlamayı bilim-dışı bulur, “irade”nin bilimsel değil teolojik bir kavram olduğunu söylerdi. Sonraki süreçte o haklı çıktı, psikiyatri literatüründen “irade” giderek çekildi.
“İrade”nin psikiyatride insan zihninin bir bileşeni olarak kabul edilmemesini haklı görüyorum zira onun bilimin genelgeçer kavramsallığını aşan bir boyutu var. İnsan özgürlüğünün, yetki ve sorumluluk alanlarının tanımlayıcısı “irade”… Varoluşçu psikoterapistler ve özellikle izlediğim, “Aşk ve İrade” yazarı Rollo May, bu anlamdaki “irade”yi neredeyse insanın varoluşuna eşit bir düzeyde görüyorlar. “Avrupa’nın önündeki gerçek tehlike şudur: İnsandan korkmakla birlikte, insan sevgisini, insan güvenini ve aslında insan iradesini de yitirdik” diyen Nietzsche’ye hak veriyorlar.
Zaman geçtikçe, benim için “irade”, felsefe, bilim ve maneviyatın ortak anahtar kavramı haline geldi. Modernliğe, yaşadığımız zamanlardaki insan anlayışına hep “irade”den kalkarak eleştiri yöneltmeye çalıştım. Nurettin Topçu, Ali Şeriati ve Aliya İzzetbegoviç gibi düşünürler sayesinde, İslamiyet tarafından konulduğu yüksek yeri göremeyişi ve ona yüklediği görevleri idrak edemeyişinin modern insanın temel açmazı olduğunu düşünmeye başladım. Modernlikle birlikte özgürlüğün öne çıkarılması sözdeydi. Özgürlükten, insanın karanlıktaki dürtülerinin, arzularının kendilerini dışa vurması ve icra imkânına kavuşması anlaşılıyordu. Sorumlulukla bağlantısı kopmuş bir özgürlük anlayışı, iradeyi değil iradesizliği alkışlamaktı.
Rahmetli Nurettin Topçu’nun, kabul etmediğimiz düşünceleri olabilir ama modern zamanlarda kültür coğrafyamızda az görülen bir ekolünün kurucusu olduğu teslim edilmeli. İrade üzerinde en çok duran, onu düşünceden bile daha öne çıkaran, insanı düşünen değil irade sahibi varlık olarak gören de o. “İsyan Ahlakı” bu temelde yükseliyor. Öyle ki, bizim Yusuf Kaplan, onun düşünce sistemini “irade metafiziği” diye tanımlıyor. Biz de tartışmayı onun fikirleriyle açalım.
Fransa’da mekanist, determinist ve pozitivist akımlara güçlü bir şekilde karşı çıkan Emile Boutroux’un yolundan giden hocası Blondel’in hareket felsefesinden ve hayranı olduğu Bergson’un düşüncelerinden etkilendiği söylenir Topçu’nun. Doğrudur ama kanaatimce insanı iradeli bir varlık olarak gören Kuran-ı Kerim’i rehber edinen bir Müslüman olması düşünce serüveninde belirleyici. “Zamanımızın meselesi, irade meselesidir” diyen Topçu’nun esas derdi, sonsuzluk iradesini temsil eden Yaratıcının akledilmesi, insanın varoluşunu Allah’ın sonsuz iradesi içinde eritmesinin yegâne kurtuluş yolu olduğunun anlaşılması…
Eylemin, davranışın önemini anlatabilmek için Hegel’in karşısına Hz. İbrahim’in teslimiyetiyle dikilen Kierkegaard gibi şüphenin karşısına iradeyi koyuyor Topçu. Şüphenin zifiri dehlizlerinde debelenerek boğulmaktansa iradenin kararlılığında yol almayı tercih ediyor. Şüphenin irademizi hareketten alıkoymak için Şeytanın içimize saldığı bir felaket olarak gördüğü için izafiyata dayalı fikirlere de prim vermeyen Topçu’nun, her şeyin izafi olduğuna inanmamızı isteyen, “ne olsa gider” denilen post-modern zamanları yaşamamış olsa da nefret edeceğini tahmin etmek zor değil…
İslam düşüncesi için klasikleşmiş cüzi ve külli irade ayrımına bile müsaade etmeyen, felsefeye verdiği öneme rağmen çözümü tasavvufta, hatta “tasavvufun Sokrates’i” dediği Hallac-ı Mansur’un tavrında gören rahmetli Topçu, iradenin önemini vurgulamak için iyi bir başlangıç. Ama meseleyi enine boyuna ele alabilmek için hakkını teslim ederek düşünürümüzle vedalaşmalıyız. Viktorya Döneminde de irade baş tacı edildi ama ardından insan zihnini içindeki karanlık bilinçdışı ile açıklayan Sigmund Freud çıktı geldi. İrade itibar kaybetti, eylemlerimizden neredeyse hiç mesul olmadığımız zamanlar başladı.
Kaynak: Yeni Şafak