Sayfa Seç

Manevi topluluklar ve psikolojik sağlık

Manevi topluluklar ve psikolojik sağlık

Hala hatırladıkça gülümserim. Elbette acemiliğimin payı çok büyüktü, şimdiki aklım olsaydı asla böyle bir ifade kullanmazdım ama oldu işte, ağzımızdan bu soru cümlesi çıktı. Çok zaman önceydi, 1990’ların başındaydık. Yeni psikiyatri uzmanı olmuştum. Daha asistanlığımda derdimizi anlatma merakımız baş gösterdiğinden, yazmaya başlamıştık. Yazdıklarımız daha ziyade modern psikiyatrinin insanın uçsuz bucaksız psikolojik varlığını asla tamamen tüketemeyeceğine, maneviyatı kapsamadan özellikle bizim gibi ülkelerde çok etkin olamayacağına yönelikti. Çoğu sağlık çalışanlarından oluşan bazı dost meclislerine, sohbetlere çağrılıyorduk. Yine bunlardan birisiydi. Aynı minval üzerine sohbet koyulaşmıştı. Kendileri de hekim olan dinleyiciler gemi azıya almışlar, benim artık mensubu olduğum modern psikiyatrinin eleştirisini çok uçlara götürmüş olmalılar ki, onlara “yok o kadar da değil, modern psikiyatri de lazım” deme gereğini hissettim. Bu gereği, çok çarpıcı bir örnekle anlatma hevesimin bir neticesi olarak, çoğu bir mürşide bağlılardan oluşan hekim topluluğuna “Mesela siz mürşit bellediğiniz insanın akıl sağlığından emin misiniz?” diye soruverdim.
Buz gibi bir hava esti ama yok yok, mecliste bulunan dostların sağduyusu sayesinde başıma bir şey gelmedi. Benim pek de düşünülmeden söylenmiş ifademi acemiliğime vermiş olmalılar ki, sorumu duymazdan geldiler, sohbet usulca başka mecralara kaydı.

Şimdi olsa böyle bir soruyu iki nedenle asla sormazdım. Bunlardan birincisi demokrasiye, hak ve özgürlüklere ilişkin bakışımda “derinleşme” olduğunu sandığım (ki inşallah öyledir) değişmedir. Kimsenin, hiçbir grubun, topluluğun hayatlarına, hele de mahrem belledikleri alanlara destursuzca girmeye hakkım olmadığını yaşayarak öğrendim. Belki teorik olarak hepimiz bunu biliyoruz; insanların hürriyetlerine saygı göstermenin lüzumuna, başkalarını rahatsız etmedikçe herkesin kendi hayatına dilediği biçimde çekidüzen verme hakkı olduğuna inanıyoruz ama buna rağmen onların bu haklarını çokça ihlal ediyoruz. Bu soru, açıkça hak ihlaliydi. Orada bulunan topluluğu, beni zarif bir biçimde davet eden ve dinleme nezaketinde bulunan insanları rahatsız etmeye hakkım yoktu. Öyle patavatsızca bir soruyla kendime alan açmaya çalışacağıma, onları bir gün de manevi toplulukların dinamikleri ve işleyişleri üzerine sohbet etmek için iknaya çabalayabilirdim.

Böyle bir soruyu şimdi sormayacak oluşumun diğer nedeni ise, doğrudan doğruya tasavvufi toplulukların varoluşsal durumlarıyla alakalı. Tasavvuf, kendi dini bakışınıza göre, ister İslami bilgi gövdesinde ona esaslı bir yer ayırın, isterse orada bulunamaz deyip sosyokültürel bir vakıa olarak değerlendirin, Müslüman dünyadaki apaçık bir gerçeklik. Tasavvufi bir yola girmiş, yani ehli tarik olmuş binlerce insanın yanı sıra, maneviyatı şöyle ya da böyle, çoğunlukla buradan beslenen milyonlarcasını görmezden gelemeyiz. Tasavvuf, bu ülkedeki maneviyata ve insan ilişkileri görünümüne katkı sağlayan ana renklerden birisi. Birçok insanın “Hakikat”e bakışları ve “Hakikat” ile rabıtaları, tasavvufi anlayış ve organizasyonları sayesinde oluyor.
Müslüman dünyanın kendine özgülüğü nedeniyle buradaki toplumu ve insanı, insanlık hallerini anlayabilmek için modern beşeri ve (tıbbi) bilimlerdeki bakışa önemli ilaveler yapılması gerektiğini, birçoklarıyla birlikte hep söyleye geldik. Beşeri bilimlerin fizik bilimleriyle aynı nitelikleri haiz olduğunu ve tıpkı onlar gibi işlemesi lazım geldiğini savunan pozitivizmi mütemadiyen eleştirdik. Hele hele üzerine yükseldiği sosyokültürel zemine, manevi iklime göre çeşitlilik arz eden hakikat tasavvurlarının sadece Batılı bakışın tekeline verilmesine neredeyse isyan ettik. İşte bu pozisyonumuz nedeniyle sorduğumuz soru, abesle iştigaldi. Bizi var eden eleştirilerimizin, isyanımızın bizzat bizim tarafımızdan anlaşılmaması, zımnen yegâne hakikat bilgisinin Batılı zihnin temellükünde olduğunun itiraf edilmesiydi. Demek ki acemiliğimiz söylediklerimizin künhüne varmamıza maniydi.

Lafı bu kadar dolandırdım, çünkü şimdi yine tam da aynı konuda söz almak istiyorum. Müslüman toplumlar ve onlardan birisi olan toplumumuz, insanımız, kendine özgü bir gerçeklik içinde yaşayıp gidiyorlar. Buradaki gerçekliği anlayabilmek için burayı derinlemesine kavramaya matuf bir bakış ve bilgi türü gerekiyor. Bütün bunları anladık, amenna. Ama burada da bireysel psikolojiler gibi topluluk psikolojileri de hasarlanıyor. Nasıl elimizdeki modern psikiyatrik bilgiyle tek tek insanımızdaki hastalıkları teşhis edip tedaviye çalışıyorsak ve topluluklardaki sağlıksız olduğunu sandığımız halleri tespit edip uyarmak görevimiz var. Elbette kimse bir topluluğa psikiyatrik bir teşhis koyup tedavi etmeye kalkamaz, kalkmamalı. Modern psikiyatrinin kendisi de asla bu iddiada değil. Ama toplum sağlığına yarayışlı olacak bilgiyi paylaşma mesuliyetimizi de görmezden gelemeyiz. Usulü dairesinde manevi topluluklardaki psikolojik sağlık meselesini ele almalıyız.

Cehennemin kaldırımları

Benim ve meslektaşlarımın en sık karşılaştığımız sorular arasında, genel olarak toplumun veya bir topluluğun psikolojik sağlığının bozulup bozulmadığı ya da ne durumda olduğu tartışmasız biçimde en ön sırada. Oysa bu soruya kesin bir cevap verebilmemiz imkânsız. Toplumun, toplulukların davranışlarındaki sağlıksız yanlar (psikopatoloji), akademideki bilgi dallarından hiçbirisi tarafından tam manasıyla konu edinilmiyor. Psikanalizin ve grup psikoterapisinin içinde toplulukların davranışlarını ele almaya müsait çok güçlü bir damar, bilgi ve tecrübe birikimi var ama bu dallar da akademinin içinde önemli bir yer işgal etmiyorlar.

Sosyal psikoloji ve politik psikoloji, sanılanın aksine, toplumun psikolojik durumunu ve rahatsızlıklarını anlamayı amaç dahi edinmeyen çok farklı bir bilim nesnesine ve yöntem bilgisine sahipler. Psikiyatri, her ne kadar, psikolojik hastalıkların nedenleri ve tedavileriyle ilgili olarak insanın toplumsallığını hesaba katan teorilere sahipse de, esasen bireye (tek bir insana) ve onun hastalıklarına odaklı. Psikiyatrinin toplumu, toplulukları ilgilendiren konuların nasıl ele alınacağı konusunda henüz bilimsel bir çerçevesi ve kavramlaştırması bulunmuyor. “Çifte delilik” (folie a deux) diye bilinen bir hezeyan tablosunu kişinin çok yakın çevresinin de aynen paylaşması, bazen tüm ailenin aynı hezeyanın pençesine düşmesi (folie a famille) gibi az rastlanan durumlarla ilgilense bile topluluklara sirayet eden düşünce ve inançlar, psikiyatrinin değil kültürün alanı olarak görülüyor.

Hem bilimsel konumumuzu hem de mesleğimizin etik ilkelerini göz önünde bulundurduğumuzda, bu tür sorulara cevap vermeyen meslektaşlarımız, gerçekten doğru olan tutumu sergiliyorlar. Sessiziz ama “bilenler konuşmaz, konuşanlar bilmezler” düzeyinde bir bilgelik makamında da değiliz. Sessizliğimizin nedeni, bilimin kendisinden ve etiğinden gelen kısıtlılık…

Ama eğri oturup doğru konuşalım, çok sık muhatap olduğumuz bu sorulara bir cevap verilmesi gerekmiyor mu? Kesinlikle gerekiyor. Kaldı ki bizler konuşmazsak, tabiat boşluk kaldırmıyor, kendilerine hemen bir mesleki unvan yakıştıran ve sırtında bilim ve etik gibi yumurta küfesi de bulunmayan birileri, bizim teşhis kavramlarımızı sere serpe kullanarak, kerameti kendinden menkul sözüm ona bilgilerini ortalığa saçıveriyorlar. En çok da maneviyat alanında, manevi topluluklarla ilgili olarak…

Maneviyat alanı, insan varoluşunun en soyut, yüksek ve kapsayıcı özelliği. Öyle ki, insanlık tarihini, en kısa biçimde “inançlar tarihi” diye ifade etmek mümkün. Böyle olunca, maneviyatı esas alan yapıların, modern zamanlarda da bu kadar ilgi çekmesinde şaşılacak bir durum yok. Aynı nedenle insanı varoluşuyla, “Hakikat” ile karşılaştırmayı vaat eden maneviyat alanına bin bir çeşit gerekçeyle yığılmalar oluyor. Çok ilginç, şaşırtıcı, psikolojik sağlık açısından endişe verici birey ve topluluk manzaraları ortaya çıkabiliyor.

Müslüman toplumlarda onlarcasını bildiğimiz tuhaf örnekler geliyor gözümüzün önüne… Gelişmiş denilen Batılı toplumlarda Jim Jones’un “İnsanlık Tapınağı”, David Koresh’in “Kıyamet Çiftliği” örneklerinde olduğu gibi liderinin tek bir sözüyle onlarca kişinin topluca intihar ettiği misalleri düşünüyoruz. Burası tam da “cehennem kaldırımları iyi niyetle döşenmiştir” denilen nokta. “Bu insanların topyekûn hastalanmış olmalarından başka izahı yok böyle vakıaların!” deyip işin içinden sıyrılmak istiyoruz. Gelin, bu sefer öyle yapmayalım, hep birlikte düşünelim.

Bu konularda çok sayıda yayın var. (Meraklı okuyucuya, “İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler”, “Türklerde Liderlik ve Fanatizm” kitaplarımızı ve Mehmet Ali Büyükkara Hoca’nın Usul Dergisi’nde yayınlanmış “Dini grup yapılarında dine ilişkin muhtemel anlama ve temsil sorunları” makalesini öneririm.) Ben şimdiki derdimize deva olabilecek en iyi makalelerden birini yıllar önce, 1999’da gördüm. Bir Alman psikolog olan Werner Gross, “Tarikat ve ibadet gruplarının yıkıcı olma niteliklerini değerlendirici psikolojik kriterler” başlıklı yazısına şöyle bir giriş yapıyordu: “Almanya’da toplam 1,5-2,5 milyon üyesi olan 300 kadar dini tarikat, kendine özgü inançları olan topluluk ve insan psikolojisini hedef alan inanışlara sahip grup olduğu iddia ediliyor ve bunlara sürekli yenileri ekleniyor… Adeta balta girmemiş bir ormanla karşılaşıyoruz. Ancak bu orman sürekli değişiyor ve yeni, eşi benzeri olmayan filizler veriyor.

Bu tür gruplaşmaları değerlendirmeye yarayacak kriterlerin ise yetersiz olduğu görülüyor. Bir grubun sorun olabilecek türden veya tehlikeli olup olmadığını nereden anlarız? Yıkıcı, tahripkar bir ibadet ve inanışa sahip olup olmaması neye bağlıdır? İnsanları bağımlılığa sürükleyen, onları sömüren ya da hatta insanlıklarını yok eden yönlerini belirleyen, hangi özellikleridir? Bütün bunlara etken olan hangi mekanizmalardır?… Bu tür grupların yarattığı sorunlar ve tehlikelilik düzeylerine ilişkin kabaca bir profil oluşturabilmek amacıyla bu kriterlerin belirlenmesi gerekmektedir.”

Kendini tanı ama önce camianı bil!

Manevi topluluklarda psikolojik sağlık açısından sorun ve tehlike teşkil edebilecek özellikleri konuşuyorduk. Alman psikolog Werner Gross, bu konuda yol gösterici olabileceğini düşündüğü bazı kriterler belirliyor. Gross, manevi topluluklarda yıkıcı etki yapan hususların başında “ideolojik söylem”i sayıyor ve şunlara özellikle dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor:
a) Öğretileri sayesinde kısa sürede dünya cenneti kuracaklarına ya da “yeni insan”ı yaratacaklarına dair abartılı fikirler. Büyüklük ve her şeye hâkim olma fantezileri. b) Dünyada olup bitenleri sadece kendilerinin en doğru biçimde görüp açıklayabildiğine inanarak gerçekleri tekeline alma. c) Düşünce ve eylem biçimlerinin, mütemadiyen siyah-beyaz, iyi-kötü veya doğru-yanlış kalıbı şeklinde olması. d) Dünyanın sonunun geldiğine dair hezeyanlar. e) Dünya dertlerinin tedavi yöntemlerini içeren reçete şeklinde kurtarma planları. f) “Dünyayı biz kurtarmalıyız” söylemini yayma ve bunun yayılacağına dair inanç.

Gross’un manevi topluluklarda ideolojik açıdan sorunlara ve tehlikelere işaret edebilir diye sunduğu hususlar bunlar. Bizim düşeceğimiz bazı şerhler var. Hani mürşidine dayanarak üstat Necip Fazıl, “kaba softa ve ham yobaz”lardan bahseder, hepimiz böylelerinin olduğunu biliriz ama bu sıfatları gönüllü olarak hiç kimse üstlenmez ya… Karşımızdaki insanın düşüncelerinde daha savunma biçiminden, hal ve hareketlerden başlayarak bir terslik olduğunu hep sezeriz ama hangi fikirlerin sağlıklı, hangilerinin abartılı veya hezeyan boyutunda olduğunu ancak erbabı bilebilir. Bu meseleleri konuşmak kolay ama sağlıksızlığı adını koyarak teşhis etmek çok zordur. Manevi topluluklar, tabiatları icabı, bazı iddialar taşırlar, ayırt edici vasıfları haiz olduklarını, misyonlar üstlendiklerini söyleyebilirler. Önemli olan bunların ne ölçüde gelenekle uyumlu, makuliyet sınırları içinde ve bağlıların gündelik hayatlarını altüst etmeyecek ölçüde olduklarıdır.

Gross’un manevi topluluklarda yıkıcılık potansiyeli açısından değerlendirilmeli dediği ikinci husus, merkezi figürün yani liderin konumu. Bu konuda özellikle “lidere tapınma” adını verdiği bahis çok önemli. Merkezdeki kişinin çok güçlü, olacakları önceden gören ya da olağanüstü güçlere sahip birisi olduğunu öne sürülmesi ve ardından ona karşı hâşâ, Yaratıcıymışcasına ibadet ve itaat tavrı içine girilmesi, tetikte olunmasını gerektiriyor. Eleştirilemeyen, tartışmasız bir otoriteye ve gerçeğin tekeline sahip olduğunun kabul edilmesi, efsaneleştirilmesi; liderin de bağlılarından kayıtsız sadakat beklentisi içinde olması sorun riskini arttırıyor.

Bu sözlerin ima ettiği gerek liderlik gerek bağlılık biçimleri, modern psikoloji zaviyesinden, kişilik olgunlaşmasında çok geri yapıları ima ediyorlar. Bizce topluluk, kendisini tasavvuf geleneğine bağlı olarak addediyorsa ve lider-topluluk ilişkisinin görünümlerini bu yolla meşrulaştırıyorsa, o noktada biraz durmak lazım. Zira tasavvufta mürşit-mürit ilişkisinin ve seyri süluk yürüyüşünün kendine özgü bir tarzı olduğu kesin. Ehli tarik bir dostumun deyimiyle, tasavvuf çevresi, “İlahi aşkla kendisinden geçmiş olduğuna inandığı evliyaya dil uzatmak ve karşı çıkmaktan çekinir. Ama onlar da muhik (haklı) ve mubtil (batıl) olan arasında ayrım yapmak gerektiğini söylerler. Muhik, o kadar mubtil tecellisini andırır ki, bu ayrımı da ancak ilimlerin en incesi ve en dakikine sahip olanların basiret gözündeki nur yapabilir…” Tasavvuf literatürünü ve bu türden sözleri, mürşit-mürit ilişkisinin özel niteliğini göz önünde bulundurmak gerektiği şeklinde anlıyorum. Aşina bir göz, geleneksel tarikatlardaki merkezi figüre gösterilen saygının özgünlüğünü, kişiye tapıcılıktan farkını kolayca ayırt edebilir diye düşünüyorum.

Gross’un manevi topluluklardaki potansiyel sorun ve tehlikeleri gösteren diğer kriterlerini ele almaya sonra devam edeceğiz. Şimdi izin verirseniz bugün konuştuğumuz bu iki hususla ilgili, (kendisinin de bağlısı olduğu) “Rifailik” üzerine muhteşem bir antropoloji doktora tezinin sahibi dostum Can Ceylan’ın hususi yazışmamızdaki sözlerini naklederek bitireyim.

“Manevi toplulukların birçoğu hatta hemen hepsi, mahremiyetlerini kendilerine özgü sınırlar olarak görmenin ötesinde, bu mahremiyet anlayışlarını dünyaya bakışları olarak algılıyorlar. Manevi mahremiyetlerini belirleyen sınırlar dışındaki dünyaya kapalı hale gelmenin ötesinde, böyle bir dünya ve/veya dünyalar olduğu gerçeğini görmezden gelme kolaycılığına düşüyorlar. Böylece yaşadıkları zamandan ve bu zamanın getirdiği şartlardan da uzaklaşıyorlar. Dışarıya kapalı oldukları için kendileri dışındaki dünya ile yabancılaştıklarını fark edemiyorlar. Bir sonraki aşamada da kendileriyle yabancılaştıklarını fark edemez hale geliyorlar, çünkü kendilerini kıyaslayacakları başka dünyalar ve dünyaların bireyleriyle iletişim kuramayacak kadar uzaklaşıyorlar. Fiziken onlarla aynı ortamları paylaşsalar da kendi dünyaları içinde kapalı olmanın verdiği refleksle tasavvufî öğretimin temel esaslarından biri olan ‘ben dememe’ prensibini ‘benden başkası yok’ şeklinde deforme ediyorlar. İşin daha kötüsü bu kadar yanlışın mesuliyetini de ‘mürşit’ dedikleri kişinin omuzlarına yüklüyorlar.”

Manevi topluluk , gizli örgüt değildir!

Maneviyat topluluklarında psikolojik sağlık açısından tehlike sinyali olarak değerlendirilebilecek işaretlerden ikisini (fanatik ideoloji ve lidere tapınma) geçen yazımızda ele aldık. Werner Gross, bu ikisi haricinde, manevi topluluklarda bulunması halinde dikkatli olunmasını gerektiren dört madde daha sıralıyor. Dilimiz döndüğünce, köşemiz elverdiğince onlardan bahsedelim.

Manevi topluluğun grup yapısı, bir seçkinler, seçilmişler topluluğu olma özelliklerini taşıyorsa, grup üyeleri dışarıya karşı kendilerini kapatmış, yalnızca birbirlerine güvenen, dilleri bile özelleşmiş, sınırları kesin ve keskin bir sistemin içine batmışlarsa, bu açık bir tehlike sinyalidir. Grubun yapısının bir manevi toplulukta asla olmaması gereken bir örgüt yapısını andırması, bir hiyerarşinin, emir-komuta zincirinin, istihbarat sisteminin var olması tehlikeyi iyice arttırır. Artık manevi bir topluluktan ziyade illegal bir örgüt olan yapıda grup üyeleri, kendilerini, dünyayı ve insanlığı kurtaracak olan seçkin kişiler olarak görürler. Grup bilincini misyonerlik anlayışı ve/veya kahramanlık ideolojisi belirler. Böylesine bir adanmışlık psikolojisi içinde olan insanları sömürmek çok kolaydır. Grup üyeleri, maddi açıdan veya ucuz işgücü olarak kullanılmayı çoğunlukla gönüllü olarak kabul ederler. Grup, kendilerinin yasaların üstünde yer aldığı inancıyla üyelerini (açıktan veya gizlice, gerekirse tehditle) yasadışı işler yapmaya zorlayabilir.

Manevi topluluğun asıl amacından uzaklaştığını ima eden bir diğer tehlikeli husus, üyelerini etki altına almaya, bilinçlerini kontrol etmeye çalışmasıdır. Bunun için bireyin kendisini tamamen teslim etmesi istenir. Birey değil, grup ve ortak hedefler daha önemli hale getirilerek bireysellikten uzaklaştırılır. Beslenme, giyinme, temizlik, günlük işler konusunda bağlayıcı kesin kurallar konur. Topluluğa ait mekândan çıkışlar sınırlanır ve başkalarıyla ilişkiler kısıtlanır. Telefon ve mektuplar kontrol edilir. Karşı cinsiyetle ilişkiler ve cinsellik talimatlara bağlanır. Grup üyesinin kendine ait malı veya parası olmayacağı hissi yerleştirilir. Yaptığı işler için ücret almaz, herhangi bir sigortası yoktur. Pasaport ve ehliyet gibi kişisel kimlikler topluca saklanır. Bireyin kendi ailesi, eşleri ve arkadaşlarıyla ilişkilerini koparması; okul, eğitim, meslek bağlarından uzaklaşması istenerek kişisel geçmişinden koparılır. Grup üyesine yeni bir ad verilir. Tamamen grupla birlikte ve grup içinde hareket eder, sahip olduğu değerler tamamen değiştirilir. Bu şekilde gerçeklerle ilişkiler tamamen koparılır, grup dışındaki yaşam anlamsızlaştırılır. Bu yolla psişik bağımlılık yaratılır. Tüm bunların gerekçesi, kaderle ve ilahi iradeyle açıklanır.

“Dış dünyayla ilişkiler, eski üyeler ve eleştirenlere karşı tutum ve tavırlar” da manevi toplulukların amacından saptığına dair işaretler taşıyabilir. Böyle hallerde grup, üye kazanmak için manipüle edici yöntemler kullanır; gerçekçi olmayan sözler verilerek insan avlanır. Bağlılık yemini ettirilir. Grup içi yaşantısı cennet, dış dünya cehennem olarak yorumlanır. Grubu terk eden üyeler kişiliksiz olarak lanse edilirler ve rahat bırakılmazlar. Eleştiri yöneltenler korkutulur. Tehditle, telefonlarla rahatsız etmek yoluyla, mahkemeler ya da fiziki saldırılarla susturulmaya çalışılırlar. Üyelerde takip edilme korkusu hâkimdir.

Werner Gross’un tehlike işareti olarak yorumladığı bu üç husus hakkında sanıyorum bir şerhe ihtiyaç yok. Geleneksel tasavvufi yapılarda ve kişilik olgunlaşmasını amaçlayan sağlıklı manevi gruplarda, gönül bağı ve özgür irade esas olduğundan, daha çok fanatik gizli örgütlerde görülen bu tür özellikler müşahede edilmez. Ama unutmamak lazım gelir ki, sağlıklı manevi topluluklar da en nihayetinde bir grupturlar ve bir grubun işleyişindeki dinamikler orada da geçerlidir. Grup içi dayanışma, liderin ve üyelerin birbirlerini etkilemesi, kendi grubunu dış dünyaya yeğ tutma, makul sınırlarda özveri, her grupta olduğu gibi sağlıklı manevi topluluklarda da olabilir.

Gross’un tehlikeli olabilir diye belirttiği bir hususu ise oldukça tartışmalı olduğu için en sona aldım. Gross, “Kişilik değiştirmeye ilişkin teknikler” adı altında, sürekli tekrarlanan tekerleme veya söz dizileri, meditasyon, hızlı nefes alıp verme vs. gibi, duyguları harekete geçiren, kişiyi kendinden geçirici ve bilinci değiştirici tekniklerden bahsediyor. “Yinelenen dengesizleştirme uygulamaları” dediği teknikler arasında oruç tutma, uykusuz bırakma, bedensel ve ruhsal aşırı yükleme, duyusal yoksunluğa tabi tutmayı bir arada sayıyor. Gross, hala aynı fikirde mi bilmiyorum ama bu saydıkları arasında sapla saman birbirine karıştırılmış. Duyusal yoksunluk ve uykusuz bırakmanın psikolojik sağlığı olumsuz etkilediği ispatlandı tamam da onları oruç gibi geleneksel ibadetlerle aynı yerde sıralamak çok abes. Kaldı ki bugüne kadar kişiliği değiştirebilen bir teknik henüz keşfedilmiş değil…

Gross, manevi topluluklarda tehlike sinyali olarak yorumlanmaya müsait diye bu altı hususu sayıyor. Bir topluluğun bunlardan yalnızca bazılarını karşılıyor olması onun ille de tehlikeli olduğu anlamına gelmez, bu hususlar bir grupta ne kadar çoksa tehlikelilik ihtimali o kadar artar diye de ilave ediyor.

Kaynak: Yazarın, “Mutedil Müslümanlar ve Günümüzdeki Düşmanları” kitabından alınmıştır.

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41