‘Sessiz çoğunluk’ neden sessiz?
Bir sureye de (Nahl) adını veren arıların hayatından, biz insanlar için alınacak ne çok misal var. Çabalarının büyük bölümü, bal yapmak için. Balı da sadece biz insanlar yiyelim diye yapmıyorlar elbette. Emeklerinin nihai ürünü olan bal, onlara kışın evlerindeki koloni hayatlarını sürdürebilmeleri için lazım. Kış uykusuna yatmıyorlar lakin bir salkım halinde kümeleşerek kışa uygun mevsimsel faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bunun için yaz aylarında ortalama kovan başına 9-10 kilogram bal istif etmeleri gerekli. Arıların toplumsal yaşantıları ve işbölümleri, bu hayat şartlarını idame ettirecek bir düzen üzerine kurulu.
İnsanların, toplumların hayatları da bir düzen üzere ama bizim düzenimiz arılarınki kadar tanımlı ve biyolojik bir kod tarafından sabitlenmiş değil. Bu yüzden insanların, toplumların düzeni hakkında fikir yürütmek kolay ama doğru tespitler yapabilmek güç. İnsan, ontolojisi itibariyle, görev ve iş tanımlarındaki yerini kendisinin belirlemesine belli ölçüde yetkili kılınmış, cüzi irade sahibi, hür bir varlık. İnsan topluluğu, arıların filogenetik bir ahenk içinde sürdürdükleri düzenlerini, mücadeleyle bizatihi kendisi sağlamak, inşa etmek durumunda… Mücadele dediysek hemen aklınıza bir hercümerç, devasa bir kaos gelmesin. Cüzi irade ve hürriyetin oluşturduğu, anlaşılması çok zor bir karışıklığa, çetrefilliğe rağmen, alt-yapıdaki düzeni görenler görüyor…
Biyolojik, tarihsel ve toplumsal olarak hazır bir yapının içine doğuyoruz. İçinde nefes almaya başladığımız yaşam kodları öylesine sağlam biçimde belirlenmiş ki, rahmetli Ali Şeriati, biyolojik, tarihsel ve toplumsal kodların her birini “insanın zindanı” diye çağırıyor. Ona göre, bu üçünün haricinde bir de dördüncü zindanı var insanın; o da kendisi. Merhum, bilimin yükselişiyle birlikte tabiatın, toplumun ve tarihin zindanından kurtulabileceğimiz ama buna rağmen kendi zindanımızda tutuklu kalmamız sebebiyle anlamsızlık ve boşluk içinde kalacağımız kanaatinde. İnsanın kendine mahpusluğundan kurtulması için inanç ve aşkın gerekli ve şart olduğunu, Sartre’ı da hayran bırakan, şairane bir filozofiyle güzel güzel anlatıyor.
Şeriati üstadımız, biyolojinin tutsaklığından doğa bilimleri ve teknolojiyle, tarihin ve toplumun zapturaptından beşeri bilimlerle kurtulacağımızı söylerken pek de haklı değil aslında. Rahmetli, post-modern denilen zamanları müşahede edemedi. Doğa bilimleri ve teknolojinin dizginleri elde tutulamazsa bizi başka yıkımlara ve bilinmezliklere sürükleyecekleri artık gün gibi aşikâr. Beşeri bilimlerin ise bize asla tam bir gerçeklik resmi sunamayacağını da çoktandır kabul ediyoruz.
Nereden çıktı arılar ve Şeriati merhum? ”Bir toplumun, var kalmasını, hayatını idame ettirebilmesini temin eden bir olgu var mıdır, varsa nedir?” Bu soruya cevap arıyoruz. Arı topluluğu misaline bakıp her ne kadar hür ve iradi bir varlık olsa da insan topluluğu için de kaos önleyici bir düzenek olması gerek diye düşündük. Şeriati merhumu ise, hem insanın ontolojik farklılığını bir kez daha vurgulayabilmek hem de beşeri bilimlerin onun sandığı gibi bu tür sorulara yeterince cevap veremediğini belirtebilmek için rahmetle hatırladık.
İnsanla ve toplumla ilgili sorulara cevap ararken bilimin deneye dayalı verilerinin yanı sıra, felsefeden, sanattan, ilahiyattan, siyasetin ve hayatın pratiğinden de yardım almak zorundayız. Gücüm yettiğince tüm bunları işin içine katarak yukarıdaki soruya şöyle cevap veriyorum: Bir insan topluluğunun toplumsal varlığının idamesi için gerekli olan olgu, “değerler sistemi”. Bir değerler sistemi etrafında bütünleşebilmiş topluluklar, bu süreç içinde, aynı zamanda, siyasal bir organizasyon, bir devlet de inşa etmiş oluyorlar. Toplumdaki değerler manzumesi, merkezden periferiye doğru bir dizilim gösteriyor, çeperlere gidildikçe çeşitleniyor.
“Merkez”de hem evrensel insanlık değerleri hem de toplumun kendi geleneğinin ürettiği yerel değerler bir arada bulunuyor. Toplumu oluşturan insanların ekserisi, “merkez değerler”i etrafında, bir omurga gibi kümeleşiyorlar. Birlik ve bütünlükten, omurgayı oluşturan bu “toplumsal merkez” sorumlu… Yakınmaktan, mızmızlanmaktan ziyade sorumluluğun kaygısıyla hareket ediyorlar. Birleştirici, tutkalsı değerleri kendi yaşam dünyalarında elden geldiğince cisimleştirmeye çalışıyorlar. Toplumsal merkez için huzur önemli. Bunun için hoşgörü ve esnekliği ön-plana çıkarıyor, fanatizmden kaçınarak öylece yaşayıp gidiyorlar. Çoğunluktalar ama sızlanmadan sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Nasıl sessiz çoğunluğa, “toplumsal merkez” diyorsak onları temsil eden siyasete de “siyasi merkez” demek mümkün. Bir toplumsal düzen, o toplumdaki merkezlerin (“merkez değerler”-“toplumsal merkez” ve “siyasi merkez”) ahenkli işleyişi sayesinde sağlanıyor.
Fanatik çökeltiler, hem değer hem toplumsal kesim olarak daha ziyade omurganın, ana gövdenin dışında, çeperlerde yer alıyor. Toplumsal işleyişte çeperde yer alan kesimlerin de görevleri var. Onlara düşen sorumluluk, eleştirellik ve hoşnutsuzluk… Sürekli merkezdeki düzeni eleştiriyor, talepte bulunuyorlar. Bu eleştiri ve talep yoğunluğuna toplumdaki merkezler, kulak vermek zorundalar yoksa “değişim” kaçınılmaz oluyor.
Haklısınız, dilimin altında bir bakla var. Perşembeye…
Kaynak: Yeni Şafak