Silahı bırak, şiddetten vazgeç!

Bugün yaşananlara, örgütün terör saldırılarına bakıp hatalı bir sonuca varmamak lazım. Demokratik açılım ve Çözüm Süreci, elbette doğru siyasi kararlardı. Parlamenter demokrasi adı altında yıllarca hüküm ferma olmuş vesayet sistemine karşı mücadelenin, güçlü demokrasiye doğru yürüyüşü için bu duraklarda konaklanılması şarttı. Aksi halde, yıkılan vesayetin yerine kendi vesayetini oluşturmak şeklindeki şimdi sadece propaganda maksatlı yapılan, haksızlığı ayan beyan olan eleştiri, haklı olurdu. Vesayet düzenine karşı duruşun demokratça olduğunu göstermek için, demokrasi yolunda yürümek, eski sistemin örtmeye, yok göstermeye çalıştığı özgürlük alanlarını sonuna kadar halka açmak gerekiyordu. Eski sistemin resmi ideolojisi haricindeki tüm görüş ve kimlikleri, yok edilmesi gereken “anomali”ler olarak gören despotizminin yol açtığı yaralar, şefkat ve merhametle sarılmalı, devletin milletin hadimi olduğu gösterilmeliydi.
Çözüm Süreci, Kürt sorununun demokrasi içinde hallinin mümkün olduğu, “Kürt kimliğini özgürleştirme” adı altında silaha sarılmanın demokrasisini güçlendirmek için gayret eden bir toplumda izahtan vareste bulunduğu esasına dayanıyordu. Siyaset ve Meclis aracılığıyla her türlü sorunun çözülebileceği konusundaki fikir birliği, şiddetin gerçek panzehiriydi. Yürünecek yol belliydi ama çok sancılı ve sıkıntılı olacağı da ortadaydı. Ameliyat kararının doğru olması ve ameliyat boyunca azami özenin gösterilmesi, yan etki ve komplikasyonları önlemeye yetmeyebilir. Bazen ne yapılırsa yapılsın, yan etki ve komplikasyonların önüne geçilemez. Bunlar, biliniyordu.
Kaldı ki, süreci zehirleyeceği önceden belli olan ama ancak ortaya çıkınca telafisine çalışılacak, baştan kontrol edilmesi imkânsız değişkenler de vardı. Kürt varlığının bulunduğu ülkeler, özellikle Irak ve Suriye büyük bir alt-üst oluş yaşıyor; İran, güç mücadelesinde kendisine yeni bir yer açmaya çalışıyordu. Buralardaki devlet ve DAEŞ türü yapıların, uluslararası güçlerin her hareketi, aslında bir nevi sürece müdahale niteliği taşıyordu. Kürt aktörlerin kendi aralarındaki sütre gerisinde seyreden ama ezeli ve acımasız iktidar kavgasının, Çözüm Süreci’ni etkilememesi düşünülemezdi.
Tüm konjonktürel nedenleri bir kenara koysak bile, ortada, silahtan vazgeçmesi istenenin şiddetin kutsallığına inanmış, şiddetten başka bir mücadele tarzı bilmeyen bir örgüt gerçeği bulunuyor. Çelik disiplinli (!) Stalinist örgüt, asla taraftarlarını demokratik siyasete hazırlamıyor, tam tersine alan hâkimiyeti için özellikle şehirlerde tahkimatını arttırıyor, önceleri güvenlik güçlerine karşı kullandığı şiddete dayalı enerjisini halkı sindirmek için harcıyordu. Çözüm Süreci’nin ilanı mahiyetindeki Nevruz Bildirisi’nin muhtevasına asla kulak asmadı. “Demokratik cumhuriyet” lafzının manasını hiç anlamadı. “işgalci TC” gibi şablonlarla düşün(eme)meyi’ sürdürdü. Her ne kadar “önderlik”lerini ululayıp dursa, onun sözünden dışarı çıkılmayacağını belirtse de, koşullara göre, “önderliğin esareti nedeniyle, asıl muhatabın kendileri olması gerektiği tezini ileri sürdü. “Öcalan’a özgürlük” sloganıyla süreci sislendirdi, hedef kararttı. Kandil-İmralı ayrımı, daha en başından beri Çözüm Süreci’nde muhatap düzeyinde kafa karıştırmaya hizmet etti. Çözümün ruhuyla asla bağdaşmayan, işçilere, iş makinelerine, barajlara karşı şiddet eylemlerini, “İyi ama devlet de buralara savaş yatırımları, kalekollar ve gerillanın sınırı geçmesine engel olacak askeri barajlar” yapıyor diye meşrulaştırdığını sanan örgüt, devlete karşı dilini, iki eşit siyasi güçlermiş gibi kurmayı hep sürdürdü. Çözüm sürecini zehirleyen asıl etken, devletle örgütü aynı öze sahip varlıklar olarak niteleyen, her birini terazinin farklı kefelerine koyarak eşitlemeye çalışan ve ne yazık ki bazı Sol, liberal çevrelere de sirayet eden bu bakıştı. “Örgüt eşittir devlet” anlayışı Dolmabahçe Mutabakatı’nın deklarasyonundan sonra ayyuka çıktı, dayanılmaz hale geldi.
Çözüm Süreci’nin davranışlarını tayin imkânı bulunmayan muhataplardan birisi de HDP idi. HDP, “Türkiye partisi” olma amacını deklere ettiğinde hepimizi umutlandırdı. Ama demokratik bir ülkede etnik sorunun nasıl çözüleceği, silahların nasıl bırakılacağını anlatmak, çözüm için çabalamak yerine siyasi tırmanışı için, süreç karşıtı güçlerin uzattığı havucu kapmaya çalıştı. Sürekli ikili ajandayla hareket etti; duruma, konuşulan coğrafyaya göre kâh etnikçi kâh Sol bir dil kullandı.
Geldik bugüne… Çözüm Süreci’nin kendisi gitti adı kaldı yadigâr gibi bir görüntü var şu anda. Sapla saman birbirine karıştı. Dün çatışmayı en çok isteyenler, birden bire süreç yanlısı kesiliverdiler. “Derhal silahlar susmalı ve mutlak çatışmasızlık haline dönülmeli!” diyenlerin çoğu safça ya da kasten tablonun müsebbibinin “erken seçim hamlesi” olduğunu düşünüyorlar… Samimi bir biçimde “barış” isteyenlerin, örgütün kendisini devletle eşitleyen tuzağına düşebilecekleri bir ortam oluştu. Elbette barış olmalı, elbette kardeşlik kazanmalı ama önce bu coğrafyadaki güç kullanmaya yetkili tek meşru otoritenin devlet olduğu kabul edilmeli. Devleti beğenmek zorunda değiliz, değiştirmek en tabii hakkımız ama meşru siyaset yoluyla…

Kaynak: Yeni Şafak

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41