Sırp zulmü altında gelişen kimlik

İki yazı önce başladığımız, Merhum Aliya İzzetbegoviç’in psikobiyografisini, böyle büyük bir liderin ortaya çıkışında hayat hikayesinin rolünü anlatmaya devam ediyoruz.
“İlkokul öğretmenlerimin hemen hepsi Sırptı… Ve durum Bosna’nın tamamında aynıydı. Bu Müslümanları Sırplaştırma yönünde kararlı bir girişimdi…”
Hayat hikâyesinin şimdiye kadar olan bölümünden Aliya’nın başkaları gibi Sırplaştırma yönündeki eğitimlere asla boyun eğmeyeceği hatta tam aksi yönde tepki vereceğini tahmin etmek zor değil. Resmi ideolojinin, onun sağlıklı biçimde ilerleyen kişilik gelişiminde bir kimlik hasarı yapabilmesi için tek bir şansı vardı o da önce ateizmi, sonra komünizmi benimsetmeye çalışmaktı. Öyle de yaptılar, hem de acımasızca. Devletin tüm ideolojik aygıtlarının elinden geleni yapmaya yetkili olduğu bir rejimde, bu manevraları atlatmak pek zor olacaktı.
“Kendimi ebeveynimin etkisinden kurtarıp hayatımı kendi seçtiğim gibi yaşamaya başladığımda henüz oldukça gençtim. 15 yaşındayken inancımda bazı tereddütler oluşmaya başladı… Dinin temel mesajı bana hep sorumluluk gibi görünmüştür. Onun mesajı krallar ve imparatorlar için bile aynıdır… Tanrısız bir kâinat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman. Bu nedenle de inancım, iki yıllık sallantıdan sonra geri döndü ama farklı bir biçimde… O artık yalnızca atalarımdan devraldığım bir din değildi; yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim…”
Rejim, resmi ideolojisiyle bir kimlik dayatmak için elinden geleni yapmış ama nasıl babasından devraldığı tarih ve gelenek duygusu, Sırp olmasına mani olmuşsa, bu kez annesinden devraldığı din hissiyatı ve bilgisi onun bir ateist-komünist olmasının önüne geçmişti. Sadece geçmekle kalmamış, kendisine sunulan, daha doğrusu dayatılan resmi kimliğin meydan okumalarıyla baş edebilmek için iç dünyasında büyük bir mücadele vermiş ve ortaya bilinçli bir genç Müslüman çıkmıştı. Sadece bilinçli bir genç Müslüman değil, bir düşünürün yetişmesine de sebep olmuştu bu iç mücadele…
Toplumlar, varlık ve yokluk meselesi olan büyük bir krizle karşılaştıklarında, eğer tarihi ve manevi birikimleri buna imkân veriyorsa, içlerinden bir karizma çıkararak, onun liderliğini benimser, gösterdiği yol ortak çıkar ve aklı gösteriyorsa oradan yürürler. Bu toplum, Avrupa’nın ortasında, birçok dini ve etnik farklılığın yanı sıra sosyalizm ve kapitalizm arasında kalakalmış bir rejimin içinde yaşayan maddi ve nicelik bakımından zayıf bir Müslüman topluluksa karizma atfedeceği liderin de tüm bu çelişkileri yaşayan, sindiren ve hatta aşan bir yapıda olması icap eder. Sadece geleneksel olarak Müslümanlığı temsil eden başarılı bir bürokrat ya da teknokrat olanlar arasından çıkmayacaktır bu karizma. Entelektüel bakımdan tüm bu meydan okuyucu sistemlerle uğraşmış, onları bilen ve onlara rağmen Müslüman olmayı seçen bir aydın ancak bu makama aday olabilir. Aliya’yı kaderi, aranan vasıfları haiz bir kaç kişiden biri olmaya doğru yöneltmiş, adım adım kişiliğini topluluğunun ihtiyaç duyduğu niteliklerle donatmıştır. Bu niteliklerden ilki, entelektüel kapasitedir.
Aliya, akademik hayatın içinde yer almayan bir hayat ve mücadele insanı olsa da entelektüel ilgileri hep diri olmuş ve tam da topluluğuna önderlik etmekte çıkınına alacağı zihinsel arayışlara çıkmıştır. Seçici bir okuma yapmış, adeta Müslüman toplum adına en güzide cevherler için belleğinde özel bir yer ayırmıştır. Bergson, Kant ve Spengler… Yetenekli genç bir Müslüman dimağ, bunların her birinden, zihinsel gelişimini ilerletmenin yanı sıra Müslümanlığını hem teyit hem pekiştirme için geçerli argümanları soyutlayabilir. Aliya da bunu başarmış, dev eseri “Doğu ve Batı Arasında İslam”ın temel tezlerini çok genç yaşta üretebilmiştir…
Bosna-Hersek Müslümanlarının ideallerini atfedeceği, arzularını yükleyeceği karizmanın yüksek bir entelektüel performans sergileyecek potansiyelde olması şarttır ama bunu, akademinin hayali şatolarında değil, hayatın içinde, sıcak ve zorlu pratikte yapması daha da şarttır. Aliya’nın kaderindeki kitapların, yoğun zihinsel faaliyetin yanı sıra hayat ve mücadele adamı olma çizgisi de gençlik yıllarından itibaren belirginleşmeye başlar.
Yugoslavya Müslüman toplumu, kendisine dayatılan komünizmden sonra 2. Dünya Savaşı sırasında bu kez de faşizmin saldırısına maruz kalmıştı. Her iki rejimin ve düşünce akımının İslam inançlarında bir karşılığı olmadığı halde, kendilerini çılgınca akan tarih ırmağının ortasında bulmuş Yugoslavya Müslümanları, özgünlüklerini ortaya koyarak tavır alamıyor, akıntıyla beraber savrulup gidiyorlardı. Bu gidişe itiraz elbette, toplumun en duyarlı ve en cesur kesimi gençlerden gelecekti. Aliya, bir iki başka tecrübeden sonra, onların çıkar yol olmadığını görecek, kendi toplumundan, tarihinden ve geleneğinden yana olan gençlerin arasında yer alacaktı. Kendi kimliğini inşa yıllarında, eline aldığı aynayı toplumunun yüzüne de tutacak, onun kimliğini ve nasıl yürümesi gerektiğini de aydınlatmaya çalışacaktı… 1940’lar Yugoslavya’sındaki genç Müslümanlar ve Aliya, mücadelelerini, toplumlarının mücadelesiyle birleştirdiler; birlikte kimliklendiler.

Kaynak: Yeni Şafak

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41