Sayfa Seç

Değerler mücadelesi ve değişimi açısından 2023 Mayıs seçimleri

Değerler mücadelesi ve değişimi açısından 2023 Mayıs seçimleri

Prof. Dr. Erol Göka’nın Türkiye Günlüğü Dergisinde yayınlanan “Değerler mücadelesi ve değişimi açısından 2023 Mayıs seçimleri” başlıklı makalesini ilginize sunuyoruz.

2023 Mayıs seçimleri soluk soluğa geçti. Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya siyaset ve demokrasi tarihinde yerini aldığından artık hepimizin emin olduğu bu seçimler, birçok bakımdan analizi hak ediyor. Mesela Kuzey Suriye’de ABD ve uluslararası marjinal anarşist güçler destekli bir terör devleti kurulmaya hazırlanırken seçimlerde kurulan ittifaklar ve güçler mevzilenmesi üzerine yoğun zihin faaliyeti gerekiyor. Adaylardan Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkça karşı tavır aldığı ve bir ara kendisine komplo kurmakla suçladığı Rusya ve NATO ile ilişkilerimiz ve bu ilişkilerin geleceği bağlamında seçimleri analiz eden emek mahsulü bir makale, hepimizi heyecanlandırmaz mıydı? Yine aynı şekilde HDP’nin geleceği ve HÜDAPAR’ın bundan böyle oynayacağı rol ve Kürt modernleşmesinin gireceği yeni aşama, derinlemesine bir analizi gerektiriyor. Büyük bir sınavdan geçen ve nihai onay alan Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi ve seçim yasasının ülkemizin istikbali için nasıl bir revizyondan geçirilmesi gerektiği ciddi bir düşünce mesaisi ve teatisini ziyadesiyle hak ediyor. Uzun yıllar konuşulacak, müspet ve menfi örnekleriyle çok boyutlu olarak derslerde okutulacak kadar mühim olan seçimleri ben daha ziyade “değerler mücadelesi ve değişimi” açısından ve psikososyal boyutlarıyla değerlendirmeye çalışacağım.

Yaşadığımız nihilizm çağı ve muhafazakâr direniş

“Değerler mücadelesi ve değişimi” açısından seçimlere bakış, ilk bakışta siyasetin ve siyasi ortamın alabildiğine sıcak ve hatta kaynar hali göz önünde bulundurulduğunda biraz pratikten uzak ve soğuk gelebilir. Ama öyle değildir.

Tüm Batı felsefe tarihini, yetmez, düşünce tarihini, hatta kolektif beşeri hafızayı bir “değerler yığını” olarak ele almak mümkündür. Kimilerine göre Nietzsche, modern zamanlarda “Tanrı’nın Ölümü”nden bahsettiğinde, aslında tüm değerler mirasını “Tanrı” adı altında birleştirip modernliğin bizi şimdiye kadar olan akışın aksine bir değersizlik batağına soktuğu konusunda uyarmaktaydı. Ben de aynı kanaatteyim: Değerler, tarih boyunca bu kadar önemliyken modernlikte birlikte tam karşı istikamette bir hareket başlamış ve önüne ne gelirse bir patoz gibi yutmuş, parçalamış ve samanını rüzgârda savurmaktadır. Nietzsche, nihilizmin bir savunucusu değildir; değerlerin paramparça edileceği tarihsel bir sürece girildiği ve buradan dönüş olmadığı konusunda esrik bir uyarıcıdır sadece. 19. Yüzyılın sonlarında “Nihilizm kapıya dayandı!” diye haykırmasının nedeni budur. Batı, kendi ürettiği değerler manzumesinin içinden, hayatı kabul eden,  insanlığı felaha götürecek bir yol bulamamış, önce kaba ahlakçılığa saplanıp kalmış ve sonunda kendi elleriyle felaketini hazırlamıştır. Artık uçurumdan yuvarlanma, dağdan çığın düşmesi başlamış, yıkım giderek büyüyecektir ve üstat, sonunda günümüze denk gelen zamanlar için kehanette bulunur ve şöyle der: “Anlattığım önümüzdeki iki asrın tarihidir. Gelecek olanı, başka türlü gelemeyecek olanı: Nihilizm’in Yükselişini anlatıyorum.

1980’lerden, post-modern denilen zamanlardan beri Nietzsche’nin kehanetinin gerçekleştiği “nihilizm çağı”na girmiş bulunuyoruz. Hepimizi bir anlamsızlık aura’sının kuşatması ve her geçen gün biraz daha çemberin daraldığını hissetmememiz bu yüzdendir. Üstelik bunu hisseden sadece biz değiliz. Bazı devletler de tehlikeyi fark etmiş, “Nereye böyle?” diyerek toparlanmak gereğini anlamıştır ama dünya devletler düzenini ayakta tutmaya çalışan her kuruma ve geleneğe savaş açan küresel sermaye, beklendiği gibi tavrını son tahlilde nihilizmden yana koymuştur. Küresel sermaye, devletler düzenini, milli devletleri yıkmak için onu ayakta tutan aileyi ve erdemleri delik deşik etmesi, anlamsız hale getirmesi gerektiğini çoktan fark etmiş ve ince bir strateji uzun zamandır hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu stratejiyi anlamak istiyorsanız, olayları ve olguları kaos ve düzen açısından değerlendiriniz. Eğer bir yerde düzenin aleyhine kaosun lehine bir durum varsa, altında küreselciliği ve küresel sermayeyi ararsanız, büyük ihtimalle doğru yoldasınızdır…

Değerler mücadelesi ve değişimi açısından son seçimleri analiz etmeye talip olan elinizdeki yazımızda, okuyucumuzun bunları ve bizim durduğumuz yerin, en nihayetinde değerlerin ve erdemlerin safı olduğunu aklından çıkarmamasını isteriz.

“Dünya ve insanlık, değerlerin tarumar edildiği bir nihilizm çağına gark olmuştur.” Başlarken, ilk not etmemiz gereken husus budur. Buradan yavaşça siyaset sahasına doğru ilerlersek bizi orada karşılayacak olan, hayatı ve değerleri savunmak adına yola çıktığını söyleyen muhafazakârlıktan başkası değildir.

“Toplumsal dünyadan köklü bir uzaklaşma veya kargaşa, birey için oldukça güçlü bir tehdit oluşturur. Birey bu gibi durumlarda yalnızca duygusal tatmin bağlarını yitirmekle kalmaz, hareket halindeki istikametini dahi kaybeder… Bu kaos ne pahasına olursa olsun uzaklaştırılmalıdır… Her toplum, üyelerine realite-merkezli kalmaya ve realiteye dönmeye yardım edecek yöntemler geliştirir…” Bu sözler sosyolog Peter Berger ve Thomas Luckmann‘a ait. Evet, insan toplulukları, var kalmak için kurumlar ve değerler üretmek ve bunları meşrulaştırmak, korumak zorunda. Muhafazakârlığın esasını, bu şekilde işlev gören ana değer hattı oluşturuyor.

Bir başka sosyal bilimci Edward Shils de her toplumun yapısında merkezi bir bölge olduğu, topluma ait olmanın bu merkezle kurulan ilişki tarafından şekillendiği kanaatinde. “Merkez ya da merkezi alan, inançlar ve değerler âlemine ilişkin bir vakıadır. Mezkûr merkez, toplumu yöneten semboller, değerler ve inançlar düzenin merkezidir” diyor. Muhafazakârlığın ve muhafazakâr insanların aynı zamanda toplumsal merkezi, omurgayı oluşturduğu fikrinin kaynağı da bu tür görüşler… Demek ki değerler, insan tekini kaostan korurken, toplumsal planda bu işlevi değerleri merkeze yerleştirerek muhafazakârlık yapıyor.

Bir toplumdaki ailenin, devletin, insan ilişkilerindeki kuralları ve sınırları belirleyen ahlakın ana değer hattı, hayatın olağan akışı, toplumsal, siyasal ve manevi alanların etkileşimi içinde, kendiliğinden bir tarzda oluşuyor. Doğan ve topluma katılan her insan kendisini bu değerlerin içinde buluyor. Toplumun içindeki insanların büyük çoğunluğunun birbirleriyle ilişkilerini, hayatın ve olayların algılanma biçimini bu hat belirliyor. Toplumun ana değer hattına uygun biçimde yaşantılarını düzenleyen insanlar, toplumun merkezini teşkil ediyorlar. Toplumun merkezini oluşturan, toplumsal omurgada yer alan insanlara “muhafazakâr”, toplumsal merkezde kendiliğinden ortaya çıkan ana değer hattına göre hayatın tanziminden yana olmaya ise “muhafazakârlık” diyoruz. Muhafazakâr insanın ve muhafazakârlığın alâmetifarikası, kendiliğindenliğin, hayatın akışının esası teşkil etmesi, bu nedenle kimden gelirse gelsin dayatmacılığa, toplum mühendisliğine karşı olması…

Özetle, her toplumun varlığını borçlu olduğu ana değer hattının etrafında şekillenmiş bir merkezi var. Her türlü saldırıya, tepeden inmeciliğe dayatmacılığa karşı bu merkezi, değerler kalesini korumaya çalışmak muhafazakârlık, bunu yapmaya çalışan insanlar, muhafazakârlar.

Bu söylediklerimiz, ilk not ettiğimiz husus ile birlikte düşünürsek, ikinci notumuzu da şöyle düşebiliriz: “Her ne kadar nihilizm çağında yaşasak da bir toplum, toplum hayatını bir düzen içinde sürdürebilmek için kendisine değerlerden oluşma bir omurga, iskeletini taşımak için sağlam bir merkez oluşturmak zorundadır. Başka türlü toplum olarak var kalamaz.”

Elbette derdimiz, ilginç bir Nietzscheci muhafazakârlık teorisi değil; bunları 2023 Mayıs seçimlerini değerler mücadelesi ve değişimi açısından ele alırken bir girizgâh olsun diye söylüyoruz. Hem değerler mücadelesi dediğimiz şeyin içinde aynı zamanda “değersizlik”in de bulunduğu hem de değerlerin açık saldırı altında bulunduğu günümüzde, yaşananları anlayabilmek ve siyasette olup bitenleri değerlendirebilmek için en önemli kavramlardan birisi, kesinlikle “muhafazakârlık”tır, nihilizm ve muhafazakârlık gerilimi ve çatışması mutlaka iyi bilinmelidir. O yüzden ülkemizdeki muhafazakârlığın hikâyesine geçmeden önce “muhafazakârlık” kavramı üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Muhafazakârlık anlaşılmadan yürüyemeyiz

Bu kadar önemli olduğunu söylüyorum ama itiraf etmeliyim ki, bir yanıyla da muhafazakârlığın iyi anlaşılmasının önündeki en büyük engellerden birisi “muhafazakâr” sözünün kendisidir. Muhafazakârlık kavramının hem hayat, toplum ve siyaset felsefelerinde hem de reel-siyasette kullanımları var ve maalesef bu kullanımlarındaki anlamlar tam olarak örtüşmüyor.  

Bir hayat ve toplum felsefesi olarak muhafazakârlık üzerine literatür, onun yalnızca geçmişe değil geleceğe de (maziye de atiye de) bakan, geleneğin sürekliliğine olduğu kadar hayat şartlarının getirdiği değişim ihtiyacına da vurgu yapan bir yanı olduğu konusunda hemfikir. Lakin kavramın siyaset felsefesindeki çağrışımları, bu değişimci yanı göstermiyor hatta görülmesini engelliyor; doğrudan doğruya “tutuculuk” anlamına geliyor. Ortada kendilerine “muhafazakâr” diyen ya da denilen siyasi oluşumlar, düşünürler, insanlar var ama onların kim olduklarını, benzerlik ve farklılıklarını, neyi, niye muhafaza etmeye çalıştıklarını anlayabilmenin bir formülü yok. Örneğin bir siyasi akım olarak muhafazakârlık, siyasetbilim literatüründe, mevcut kurumsal yapının, kurulu düzenin ve din, gelenek gibi toplumsal yapıdaki değerler sisteminin korunmasını esas alan siyasal anlayış olarak tanımlanıyor ve buradan kalkarak değişime karşıymış gibi anlaşılıyor. Oysa gerçeğin bununla alakası yok, zaten hayatı esas alan bir akımın değişime karşı olması mümkün mü? Birçok yerde değişime muhafazakârlar öncelik ediyorlar; özellikle hayatın akışını zorla değiştirmeye kalkışan ideolojik fanatizmlerin yaptığı tahribatları muhafazakârlar onarıyor. Mesela kendisine “muhafazakâr demokrat” diyen AK Parti’nin kurduğu hükümetler, ülkemizde “kurulu düzen”i adeta sessiz bir devrimle alt-üst etmedi mi? Sonuç olarak muhafazakârlar değişime karşı değiller, sadece her değişimde değerlerin bir biçimde korunması gerektiğinde ısrar ediyorlar.

Bize göre muhafazakârlığa en sağlıklı biçimde tam da Peyami Safa’nın dediği yerden “kitabdan ve ideallerden değil, hayattan ve realiteden” bakmak formülü, en doğrusu gibi… Hayat, siyasi oluşum ve söylemlerin aksine, idealler ve ütopyalar değil, değerler üretir; insanlar, var kalabilmek ve varlıklarını meşrulaştırabilmek için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar. Elbette idealler ve ütopyalar da toplumsal yaşamda ciddi işlevlere sahip olan değer üreticileridir. Ama onların muhafazakârlığın tanım alanı içindeki değerler içinde yer alabilmeleri için mutlaka hayatla bir temasları olmalı, hayatın (toplumsallığın) kendiliğinden biçimde ürettiği değerler içine katılma becerisi gösterebilmelidir.

Muhafazakârlığı ele alırken çoğu zaman yapıldığı gibi siyasi söylemlere değil de bir topluluktaki değerlerin oluşum ve sahiplenilme sürecine bakmak, muhafazakârı sıradan bir hayat insanı olarak görmek gerekir. Buna göre, muhafazakârın ayırt edici özelliği, toplumun zaten oluşturması gereken değerler sisteminin kurulmasına ve savunulmasına,  (bilinçli ya da değil) gönüllü ve kendiliğinden bir biçimde emek vermesi, bu emeğinin belli ölçülerde farkında olmasıdır. Sıradan bir hayat insanı olarak muhafazakâr, hayatın kendiliğinden akışına; topluluğun kendi öz-gücüne inanır, devleti ve liderliği, tarihin ve topluluğun ürünü olarak görür ve her türlü ideolojik fanatizme uzak durur.

Muhafazakârlık, siyasi ve ideolojik bir akım olmaktan daha çok bir topluluğunun değerler sisteminin merkezcil gücünün gösterenidir. Muhafazakârlık, “topluluğun değerler sisteminin merkezcil gücü” ise sıradan muhafazakâr insan öbeğine “toplumsal merkez” denilebilir. Toplumsal merkez, merkezcil değerlerin üretildiği toplumsal kategori, bu üretime bilinçli veya yarı-bilinçli tarzda katkıda bulunan gündelik hayatın sıradan insanlarıdır. Tüm bu nedenlerle muhafazakârlıktan kaba sloganlar ve dogmatizm türetmek imkânsızdır, bunların yapılmaya kalkılması halinde genel bünyeye pek uygun düşmedikleri ve sırıttıkları görülür.

Toplumun var olma tarzının, hayat akışlarının her gelenekte farklı biçimlere bürünmesi yani hayatın (toplumsalın) akışının, tarihin her gelenekte değişik olması, muhafazakârlığın her geleneğe özgü biçimlerinden söz etmemizi zorunlu kılıyor. Muhafazakârlıklar gelenekleri nispetinde farklılaşıyor, birbirlerine rakip olabiliyor ve hatta kimi zaman karşı karşıya gelebiliyorlar.  Bu nokta, muhafazakâr düşünceyi sosyalizm, liberalizm gibi diğer düşüncelerden belirgin olarak ayırıyor. Muhafazakârlıkta bir evrensellik, ila nihai enternasyonal bir dayanışma pek mümkün görünmüyor.

Her toplumun, hayatın kendiliğinden değer üretim ortamı, o toplumun merkezini ve/veya muhafazakârlığını oluşturur. Büyük değişim dönemleri dışında her toplum kendi toplumsal merkezine yani muhafaza etmek istediği değer hattına sahiptir. Her toplum, bir bakıma muhafazakârlığı sayesinde toplum olma hüviyetine kavuşur. Bir toplum muhafazakârlık açısından bir başka toplumla belli ölçütlere göre elbette karşılaştırılabilir ama toplumlar buna göre birbirlerine üstün tutulamaz. Bir toplum diğerine göre “daha dindar” ya da “daha sağ siyasi tercihlerden yana” diyebiliriz ama “daha muhafazakâr” diyemeyiz.

Bu söylenenler muvacehesinde Türkiye’deki muhafazakârlığı anlayabilmemiz için bakmamız gereken yer şurasıdır: Türkiye’deki hayatı belli bir hoşnutlukla yaşayan ve çocuklarının da bu değerlerle ve bu hoşnutlukla yaşamasını isteyen, hayatın ideolojilerden daha önemli olduğunu bilen sessiz kitleler ve onların burada neyin muhafazasından yana oldukları… Bunun için de insanlığın buradaki hikâyesini bilmemiz gerekir. Toplumdaki değerlerle ilgili araştırmalar, ancak ve ancak bu hikâyenin içinde bir anlam taşıyabilirler.

Toplumda mayalanan değerlere sahip çıkma, politikalarını ona göre şekillendirme arzusunda olan “siyasi muhafazakârlık” ise, birçok araştırmada aslında birlikte ele alınsalar da, aslında “toplumsal muhafazakârlık”tan apayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Şimdi tam da oraya gelmiş bulunuyoruz. Siyaset arenasında şimdiye kadar birileri kendilerine ve/veya başkaları onlara muhafazakâr demiş olabilir. Onların bizim nazarımıza göre pek kıymeti harbiyesi olmadığını anlatabilmiş olduğumu umuyorum. Biz muhafazakârlığı toplumdaki ana değerler hattına yani toplumsal merkezde değerlerin nasıl yerleştiğine göre anlıyoruz ve siyasette de toplumsal merkezi, oradaki sessiz yığınları ve değerlerini temsil etmeye çalışan program ve kadrolara muhafazakâr diyoruz. Sanıyorum artık muhafazakârlığın buradaki siyasi serencamına geçebiliriz. Ve umuyorum, bu sayede hem toplumsal ve siyasi muhafazakârlık ayrımını daha iyi kavrar hem de geleceğe dair daha sağlam öngörülerde bulunabiliriz.

Muhafazakârlığın Türkiye’deki siyasi serencamı

Biz burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi topraklarda, emperyalizme karşı bir var kalma mücadelesinin ardından devletini “cumhuriyet” olarak yeniden biçimlendirmiş, çoğunluğunu Türk etnisitesinden insanların oluşturduğu, buna ve “Türk” kavramının tarihi anlamına istinaden hukuken “Türk” diye anılan, yine imparatorluk bakiyesi bir toplumuz. Yüzyıllar boyu ana değer hattımızı İslamiyet belirledi. Yine öyle ama son üç asırda toplumsal ve siyasi alanda hatırı sayılır değişiklikler ortaya çıktı. Modernlik, bizim iç dinamiklerimizden köken almadı, emperyalizmle birlikte dışarıdan bize doğru geldi ve yaşantımıza katıldı. Emperyalizmin bir görünümü olarak ve “tek dişi kalmış canavar” kılığında karşımıza çıktığında modernliği sevmedik, tavır aldık. Ama yönetme tarzının, ekonominin, üretimin, bilimin ve sanatın yeni biçimi olarak nispeten tarafsız yüzüyle göründüğünde, onu kendimize özgü bir biçimde benimsemeye, değer sistemimize katmaya gayret ettik.

Modernliğin meydan okuması ve ardından gelen emperyalist saldırıdan mağlubiyetle çıkmamız, toplumumuzu pek alışık olmadığı bir “mağluplar psikolojisi”nin girdabına aldı;  özellikle okumuşlar ve yönetici elitler katında, değerler alanında büyük bir sarsıntı meydana getirdi.

Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti ve toplumu ayakta tutmak için öne sürülen fikirler (Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık), samimi bir gayretkeşliğin ürünüydüler ama büyük ölçüde reaksiyoner ve ideolojiklerdi. Gerçeklerden uzak, sadece ideallere ve ütopyaya vurgu yapan dolayısıyla muhafazakâr görünmelerine rağmen onunla pek uyum içinde olmayan bir nitelikteydiler. Olması gereken onların hepsini birden, mutedil bir ana değer hattında birleştiren, kendine özgü bir modernleşmeden yana olan muhafazakâr çizgiydi ve zaten millet yıllardır bunu benimsemiş, ona göre bir hayat tarzı oluşturmuştu.  

Cumhuriyet, ana değer hattını, Ziya Gökalp merhumun “İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaşmak” formülasyonuna göre kurmak istedi ama hayatın yakıcı pratiğinde pek de istenilen olmadı, iyi bir sentez ortaya çıkmadı. Üstelik Tek Parti döneminde bu başarısız sentez, bir resmi ideolojiye dönüştürüldü ve toplumun zihni beton bir kalıba dökülmeye çalışıldı; üstelik bunun uzun yıllar etkisini sürdüreceği yan etki ve komplikasyonlar fark edilemedi…

Toplum, var kalma mücadelesinin, devletini kurtarmanın başarısıyla yetindi; olan bitene rıza göstermedi ama görünür bir tepki de vermedi, içine kapandı, resmi ideolojiyle yapılan yukarıdan aşağıya inşayı görmezden geldi, işine baktı. Çok partili hayata geçer geçmez, sınırlı ve güdümlü de olsa demokrasi, toplumun tepkisini ve değerlerini sandıkta ifade etmesini sağladı. Toplum, “Dini ve milli değerlere bağlıyım; demokrasiye yöneldiği müddetçe cumhuriyete, modernliğin hayatıma müspet katkılarına itiraz etmiyorum” demeye çalıştı.

DP, dili döndüğünce bu değerlerin temsilcisi olmaya gayret etti. Ama resmi ideolojinin kesafeti, DP’nin tam ne demek istediğini anlamasına da anlatmasına da maniydi. Buna bile tahammül edemediler. 1960’da İhtilal, mayalanmaya başlayan hem siyasi hem toplumsal muhafazakârlığı, hayatın akışı içinde kendiliğinden oluşan muhafazakâr merkezi engellemeye çalıştı.

Ama hayatın akışının tabii neticesi olarak toplumda değer oluşumu durmadı; ortaya çıkan ana değer hattını siyasete taşımak isteyen güçlü bir dip dalga giderek daha güçlü biçimde büyümeye devam etti. Gelgelelim toplumsal merkezin siyasi temsilcileri henüz kekeme ve darmadağınıktı. İdeolojilerin toz dumanını içinde toplumu göremiyorlardı, takatleri ancak MC hükümetleri kurmaya yetiyordu. Bu kez 12 Eylül 1980’de sözüm ona kendisini oluşan muhafazakâr toplumsal merkeze yaslanmak isteyen ama zalimliği de elden bırakmayan, hayatın akışına ters bir darbe daha geldi.

ANAP, darbecilere ve onların sergilediği sahte muhafazakâr görüntüye bir tepki olarak daha çok Sağ’da ve biraz da Sol’da yer alan muhafazakâr merkezin temsilcisi olmak iddiasındaydı. Dört farklı geçmişten gelen siyaset kolunu ortak bir zeminde toplamaya, onları ideolojilerinden azade kılmaya çalıştı. Bu girişimi siyasi ve ideolojik farklılığı değil de değerleri temel alan, muhafazakâr bir gayret olarak okumak mümkündü ama ne yazık ki o da henüz canlı biçimde ayakta olan vesayet sistemine ve resmi ideolojiye güç yetiremedi.

28 Şubat post-modern darbesinden sonra bayrağı, “muhafazakâr demokrat” olduğunu söyleyen AK Parti devraldı. AK Parti’nin Milli Görüş çizgisinden gelmesi, muhafazakâr toplumsal merkezle bir doku uyuşmazlığı olduğu gerekçesiyle başarısız olacağının bir delili olarak sunuldu hep. Ama bu tespitin sahipleri, muhafazakârlığın ana değer hattı demek olduğunu ve buradaki ana değer hattının Müslümanlık üzerine kurulu olduğunu görmüyorlardı. Müslümanlıkla boyalı bir gelenek havuzunun içinde, daha dün imparatorluğa sahip olduğunun idrakinde olan ama aynı zamanda cumhuriyeti ve modernliğin kendine özgü hallerini benimsemiş bir toplum olduğumuzu, ana değer hattının buna göre şekillendiğini, böyle yapmanın aynı zamanda çok etnisiteli imparatorluk bakiyesi yapımıza daha uygun olduğunu anlamıyorlardı. Bu nedenle her seçimde AK Parti’nin bitmek tükenmek bilmeyen başarısı karşısında şaşırıp kaldılar.

AK Parti, ideolojik parti olmakla, toplumun ana değer hattını mevcut haliyle savunan muhafazakârlık arasında gelgitler yaşasa da zaman içinde ikincisinin doğru siyaset olduğunu zımnen de olsa kavradı. Uzun deneme sürecinin ardından, 1 Kasım 2015’te muhafazakâr toplumsal merkez de, siyasi temsilcisinin AK Parti olduğu hakkında kesin kararını verdi.

Tüm bu değerlendirmeleri şöyle de anlatabiliriz: Burada Cumhuriyet Türkiye’sinde çok partili hayata geçişle birlikte, pratik siyaset de gelenek ve modernliğin kesişim alanındaki etki ve tepkiye göre kendisine bir program ve söylem inşa etti. Muhafazakâr diye bilinenler, milli ve manevi değerleri esas alarak hem modernliğe hem emperyalizme karşı ideolojik bir söylem geliştirdiler ama hayatın ve reel-siyasetin baskısı karşısında belli bir esneme payıyla birlikte…

Modernliğe daha sıcak yaklaşanlar ise başlangıçta sadece emperyalizme karşı olmakla yetindiler; daha sonra geleneği ve buradaki hayatı küçümsemeleri ağır bastı, “çağdaşlık” kavramını öylesine içini doldurmayarak vurguladılar ki, giderek değer alanlarında maneviyat anlamını yitirdi, her şeyin en iyisinin batıda olduğuna o kadar çok inandılar ki, emperyalizmin adını bile anmaz oldular. Post-modern zamanlara girilmesinden, küresel sermayenin nihilizmden yana tavır koymasıyla birlikte zaten buna gerek de kalmadı. “Yaşama tarzı” batılı olmayanları küçümseme, nihilistik yıkıcılığı evrensellik ve çağdaşlık diye alkışlama onlara, yetti de arttı. Özellikle AK Parti dönemi olmak üzere muhafazakâr taleplerin iktidar olması ve yaşanan alt-üst oluş, onları “Anti-Erdoğan” formülü etrafında, çoğu zaman bilinçsizce küreselci nihilizm etrafında birleştirdi.

Çok partili döneme geçtiğimizden itibaren (nedenlerini başka yerlerde aramamız gereken, çok kısa Ecevit dönemini saymazsak) halk (siz toplumsal merkezin sahipleri olarak okuyun), hemen her zaman, kendisini temsil hakkını, muhafazakâr diye bilinenlere verdi. Onlar da iktidar olmanın ve hayatın gereğini yaptılar, ideolojik saplantılara takılmadılar, pragmatik oldular. İslamcı, Türkçü, Osmanlıcı nostaljik emperyal bakış ideolojide hep varlığını korudu. İdeolojiyle hayat, ideallerle gerçekler arasında tatsız bir boşluk mütemadiyen varlığını hissettirdi. Sahici, sahih muhafazakârlık için toplumsal olanla siyasal olan, ideallerle gerçekler arasındaki farkın minimize edilmesi gerekiyordu. 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra öyle bir sürece girildi.

1 Kasım 2015 seçimlerindeki AK Parti galibiyetini böyle değerlendiriyor, o tarihten itibaren toplumsal ve siyasi muhafazakârlık arasındaki farkın giderek kapanacağı ve bir örtüşmenin sağlanmaya başlanacağını ileri sürüyorduk. Sonrasında neler olup bittiğine de şöyle bir bakalım:

Vesayetçilerle milletin demokratik güçleri arasındaki kıyasıya mücadele, 1 Kasım 2015’ten sonra da sürdü. 15 Temmuz darbe girişimiyle doruğa çıktı ve darbeciler bir kez daha püskürtüldü. Referandum, bu şartlarda kazanıldı, yeni sistemin startı bu şartlarda verildi, vesayetçi medyanın taşları, bu şartlarda söküldü. Küreselci güçler, FETÖ, vesayetçiler birbirlerine daha çok yapıştılar; Kürt etnikçiliğini, laikçi mağduriyet psikolojisini kullanmakta ustalaştılar, MHP’yi bölmeyi başardılar. Tüm bunlara rağmen 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne ve seçim sisteminde ittifakları mümkün kılan değişime millet “Evet” dedi.

Süreci MHP liderliği, çok iyi anladı. Referandum sürecinden itibaren hem her zaman olduğu gibi yine tavrını milletten yana koydu hem de Erdoğan’ın gayretinin ona yüklenen karizmayı hak ettiğini ve millete (dahası ümmete, dünya mazlumlarına) mal olduğunu fark ederek Cumhurbaşkanı ile aynı safa geçti. Bu tavır, aynı zamanda Bahçeli’nin partisini bölme girişimlerine karşı cevabıydı.

24 Haziran 2018 seçimlerinde milletin önüne ilk kez, iki sandık kondu ve bunun ne anlama geldiğini, zaten seçimdeki reyinin önemi konusunda ustalaşmış muhafazakâr seçmen gayet iyi kavradı. Cumhur İttifakı, adeta toplumsal muhafazakârlığın siyasetteki adresi oldu. AK Parti ve MHP seçmeni arasında zaten hayatın içinde var olan, ortak yaşantılardan ve değer paylaşımından kaynaklanan yakınlaşma ve geçişkenlik daha da arttı. Muhafazakâr seçmenin kahir ekseriyeti, oylarını Recep Tayyip Erdoğan’da birleştirirken yıllardır  “hâkim parti modeli” diyebileceğimiz bir anlayışla ülkeyi yöneten AK Parti’deki aksama ve bozulmaları bu şekilde düzeltebileceğini de fark etti, parti tercihini ona göre yaptı. AK Parti’nin 1 Kasım 2015 seçimlerine göre 24 Haziran 2018’de kaybettiği oyların çoğunlukla adresi MHP oldu.

AK Parti ve MHP yakınlaşması ve Cumhur İttifakı, genellikle siyasi taktik ve hamleler açısından ele alındı. Ama anlatmaya çalıştığımız değerler mücadelesi ve değişimi açısından baktığımızda, tüm bu süreci şöyle görmek de mümkün. Toplumda ve yaşama tarzında zaten bir arada olan, modernliği tümüyle reddetmeyen, daha doğrusu kendine özgü bir modernleşmeden yana tavır alan, toplumsal merkezi oluşturan milli ve manevi değerleri temsil eden insanlar, siyasi muhafazakâr bir çizgide bir araya gelmek, ülkemizde sahih bir muhafazakârlığın oluşması için çabalıyorlar… Kendi adıma ben böyle düşünüyorum ve Mayıs 2023 seçimlerini de psikososyal bakımdan doğrudan doğruya bu sürecin devamı olarak görüyorum.

Mayıs 2023 Seçimleri

En genel olarak bakıldığında Mayıs 2023 seçimlerini, Cumhur İttifakı’nın Millet İttifakı’na galebesini, tüm dünyada yükselen, daha doğrusu yükseltilmeye çalışılan küreselci değerlerin (değersizleşmenin ve nihilizmin) dini inanç ve milliyetçilikten köken alan yerel değerlerle, yani Türkiye’deki toplumsal ve siyasi muhafazakârlıkla çatışması olarak okumak mümkündür. Mayıs 2023 seçimlerine ilişkin yaptığımız değerlendirmede, son tahlilde tüm güçlerini birleştirmiş, he türlü propaganda aparatlarıyla donatılmış olsalar da küreselci kaosa “dur!” dendiğini, yerli ve milli tepki ile karşı konularak küreselci değer tahribatına geçit verilmediğini söyleyebiliriz. Bu sözlerime hemen telaşla “Yani bu durumda Millet İttifakı’ndan yana olanlar küreselciliği mi desteklemiş oluyorlar?” diye cevap verilmeye kalkılmaz umarım. Ama yine de böyle bir kestirmeci düşünce içinde olan varsa, cevabım, bu sözlerimi tek tek seçmenler ve hatta partiler nezdinde değil, seçim sürecini değerler perspektifinden psikososyal bir okumanın neticesinde düşünmek lazım geldiği şeklinde olacaktır.

24 Haziran 2018 Seçimlerinden sonra AK Parti’deki metal yorgunluğu ve uzun süreli iktidar olmanın ve güçlü bir muhalefet olmayışının getirdiği yıpranma ve birçok hatanın ve zafiyetin birikmesiyle ortaya çıkan damar çatlaklarının yol açtığı iç kanama ve kan kaybı devam etti. Bu durumu zaten gören gözler görüyordu; seçim sonuçları tartışılamayacak biçimde ayan beyan hale getirdi. Küresel salgın ve seçimin hemen öncesinde olan büyük deprem felaketi, AK Parti’de bir süreden beri zaten var olan aşınmayı artırmadı tam tersine bu iki devasa felaketin ardından gelen süreçlerin Cumhurbaşkanı ve ilgili bakanlar tarafından maharetle yönetilmesi, bir yandan yıpranmanın ivmesini azaltırken bir yandan da yeni hükümet sistemine güveni pekiştirdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve çiçeği burnunda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin, AK Parti’de devam eden bu olumsuz seyre rağmen güçlü halk desteğini koruduğu (ve belki de artırdığı) görüldü.

Birçoklarının Mayıs 2023 seçimlerinde AK Parti’nin ve Cumhur İttifakı’nın Cumhurbaşkanlığı adayının aldıkları oy yani bu iki sandık arasında çıkan farkı, değişik biçimlerde analiz ettiğini görüyoruz. Bunlara bir itirazım olmamakla birlikte okuduğunuz yazıdaki perspektiften yola çıkarak baktığımda, ortak bir değer sistemine ve hayat anlayışına sahip olan Cumhur İttifakı seçmenlerinin hallerinden ve ortaya çıkmaya başlayan sahih muhafazakârlık tablosundan memnuniyetinin de analize eklenmesi gerektiği fikrindeyim.

Cumhur İttifakı seçmeni, sadece Cumhurbaşkanı’ndan ve yeni sistemin icraatlarından değil, hayatın içinde zaten var olan birlik ve beraberliğin siyasete ve seçim sonuçlarına yansımasından ve parti olarak tercih edebileceği alternatifleri olmasından gayet hoşnuttu. O yüzden Cumhur İttifakı’nın ayakta kalması lehine oy kullandı ama AK Parti’ye verdiği oyların da indirime gitmekten de kaçınmadı.

Tamam, tüm bunları belirtelim, ülkemizde sahih muhafazakârlığa doğru giden sürecin devam ettiğini vurgulayalım ama ne yazık ki, seçim sonucunda ortaya çıkan tablo, “Ne güzel! Toplumsal muhafazakârlık yeni hükümet ve seçim sistemi sayesinde siyasette de kendisini güçlü biçimde hissettiriyor, sözünü ettiğimiz ve beklediğimiz sahih muhafazakârlık, nihayet oluşuyor” şeklinde müspet bir okumayla geçilecek kadar hoş değil… Haziran 2018 ve 2023 seçimleri sadece Cumhur İttifakı içinde oluşan değişiklikler açısından ele alındığında dahi görülen, kaygı verici bazı çarpıcı farklılıklar var. Bakalım:

Cumhur İttifakı seçmeni, hallerinden yani dünyaya bakışları ve yaşama tarzları benzeyen insanların bir araya gelmelerinden memnuniyetlerini hemen tamamı Cumhurbaşkanlığı’nda Recep Tayyip Erdoğan’ı tercih ederek belli etti. Ancak AK Parti, 2105’ten bu yana yaşadığı kan kaybını sürdürüyor ve artık durum, hiç değilse bizim muhafazakârlık tezlerimiz bakımından “aciliyet” kesbediyor. Zira sahih muhafazakârlığın oluşabilmesi için kendine özgü modernleşme yolunun genel gidişatının ve merkezi değer hattının belli ölçülerde netleşmesi lazım. Bu da ancak ortak ideallerde, milli ve manevi değerlerde; dine, devlete, aileye ve gündelik hayattaki yaşama tarzında benzer olan, daha da önemlisi modern dünya ile belli ölçülerde birlikte yol yürümek isteyen mutedil çoğunluğun bir siyasi çatıda bir araya gelmesiyle mümkün olabilir. Yani Cumhur İttifakı’nda muhafazakârların bir araya gelmesi açısından tam olarak işlerin yolunda olduğunu söyleyebilmemiz için, son iki seçimdir olanın aksine AK Parti’nin giderek güçlenmesi gerekirdi. Maalesef böyle olmuyor…

Milli Görüş kökeninden gelmesine rağmen AK Parti, aslında toplumsal muhafazakârlığın siyasi temsilci olmaya talip oldu; “muhafazakâr demokrat” programını ve dünya siyasi çevreleriyle ilişkilerini buna göre şekillendirdi. Ancak özellikle 2015 sonrası birçok nedenle adeta “ben bu rolü üstlenemeyebilirim, hatta bu rolü istiyor muyum yoksa eski gömleğimi mi giymekten yanayım, emin değilim” izlenimi verdi ve merkezdeki mutedil seçmeni fazlasıyla tedirgin etti. Tedirgin olan sadece onlar değildi. AK Parti’nin bu ikircimli tutumundan milli ve manevi değerleri dünyaya uyumdan daha fazla önemseyen, ideolojik fanatizme yatkın kesimler de rahatsız oldular ve keskin tavırlarıyla bilinen bu kesimin çoğu, son seçimde AK Parti’den desteğini çekti.

AK Parti, ne yapıp edip hem metal yorgunluğundan ve uzun süreli iktidarda kalmanın getirdiği olumsuzluklardan hem de seçmenini rahatsız eden bu kararsızlığından kurtulmak zorundadır. Aksi halde demokrasi hayatımızın en tecrübeli kesimi olan ve sessiz çoğunluğu teşkil eden muhafazakâr seçmen, bu duruma tepkisiz kalmayacak, daha doğrusu göstermeye başladığı tepkisini daha da yoğunlaştıracaktır. Sanıyorum Özal sonrası ANAP’ın hali ve bu yıkımın ülkemizin en az 10 yılına mal olması, ders çıkarılması gereken bir misal olarak hepimize yeter de artar. Her zaman sevdiği ve takdir ettiği, yüksek bir karizma bahşettiği Recep Tayyip Erdoğan’a olan vefa borcunu da ödemiş olmanın iç huzuru da muhafazakar seçmenin bu yeni bir arayışa yönelmesini motive edebilir diye uyararak vazifemi yapıyorum. Yapılması gereken, genel bir kadro arınmasının yanı sıra ideolojik ve fanatik sayılabilecek tutumları terk etmek ve bir an önce “muhafazakâr demokrat” programa uygun, toplum hayatıyla fazlaca zıtlaşmayan, fanatizme meyyal kesimleri de dışlamayan bir icraat sergilemektir.

Milli Görüş ve Ülkücü hareket

Ne ki mesele, yalnızca AK Parti’nin toplumsal muhafazakârlığı siyasette temsil etmekle ilgili yapısal ve/veya konjonktürel sorunlarından ibaret değildir. Her ne kadar 2023 Haziran seçimleri için yukarıda “en genelde milli ve manevi değer hattında yol alan muhafazakâr seçmenin küreselci değerlere (daha doğrusu nihilizme) geçit vermediği” şeklinde bir değerlendirme yapmış olsam da beni bu durumun uzun süreli olamayacağı düşüncesine sevk eden kaygılandıran bir başka husus daha var. O da küreselciliğin veya ondan sirayet eden sosyal ve siyasi iklimin milli ve manevi değerlere içeriden saldırısı ve onları ufalamaya, parçalamaya ve birbirinden bağımsız, fanatik adacıklar haline getirmeye çalışmasıyla ilgilidir. Becerebildiğim ölçüde anlatmaya çalışayım.

Her şeyden önce kabul etmeliyiz ki, her ne kadar onlardan bambaşka bir anlayışı temsil etse de ülkemizde hem toplumsal muhafazakârlığın güvencesi, dayanağı hem de siyasi muhafazakârlığın gerçek iki kaynağı Milli Görüş Hareketi ve Ülkücü Hareket’tir. Manevi ve milli değerler, bu iki hareket tarafından siyaset diline tercüme edilmeye gayret edilmekte, toplum içinde sağlam bir örgütlenmeye tabi tutulmaktadır. Hayatın sıradan muhafazakâr insanı ve muhafazakâr siyasetçi, oralarda üretilen düşüncelerin kesafetini seyrelterek, hayata ve dünyaya uygun hale getirerek değere dönüştürmektedir.

Şüphesiz demokrasi ve muhafazakârlık tarihimizde Demokrat Parti’nin ve onun şehit genel başkanı Menderes ve arkadaşlarının eşsiz bir yeri vardır. Ancak yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, maalesef modernleşmeyi batılılaşma olarak anlayan, devletin tarihle ve inançlarla dolayısıyla milletin kendisiyle arasına büyük bir boşluğun girmesine yol açan Tek Parti dönemine ve vesayetçi anlayışa çok partili sisteme geçişle birlikte tepkiyi temsil eden Demokrat Parti, sanılanın aksine aslında siyasette gerçek bir muhafazakâr anlayışı oluşturamadı. Zaten AP, DYP gibi partilerle bir süre devam etse de kaderi en nihayetinde giderek sönme şeklinde tecelli etti.

12 Eylül Darbesi sonrasında ülkemizin yönetimi ve belirleyici siyasi dinamikleri, Milli Görüş Hareketi’nin ya dönüştürücü ya da onarıcı katkılarıyla sağlanabildi. Milli Görüş Hareketi, İslami duyarlılığın, İslami hafızanın sembolüdür; milli kimliğimizde Müslümanlığın vazgeçilmez bir yeri olduğunun hatırlatıcısıdır. Bu yüzden Hareket, her zaman milletin karizma ihtiyacını karşılayan ana memba olmuştur. Milli Görüş Hareketi, böylesine vazgeçilmez bir önemi haiz olmasına rağmen doğal lideri ve fikriyatının hep dışarıda kalması ise onda siyasi merkezin geri püskürttüğü bir boyutun bulunduğuna delalet eder. Bu boyut, dünyaya uyum sağlayamamak, söylemde anakronik kalmaktır. Rahmetli Erbakan, Hareket’in doğal lideri olarak geride durma pahasına pergelin sabit kalan noktası olmayı tercih etmiş, Özal ve Erdoğan ise bu kısıtlayıcı boyutu fark edip dönüştürmüşlerdir.

Özal, 12 Eylül; Erdoğan ise 28 Şubat darbeleri sonrası milletin “darbecilere karşı bizi ve demokrasiyi savunun ama dünyadan da kopmayın, iddiamızı sürdürün” diye karizma atfederek göreve çağırdığı Milli Görüş’ün güvenini taşıyan şahsiyetlerdir. İçinden Özal ve Erdoğan’ı çıkararak ve din-siyaset-demokrasi ilişkileri konusundaki görüş ve tartışmalara mütemadiyen ortam ve meşruluk zemini hazırlayarak Milli Görüş Hareketi, demokrasimiz ve muhafazakârlık tarihimizde inanılmaz bir görev ifa etmiştir ve öyle sanıyorum görevini tamamlamıştır.

Milli Görüş Hareketi’nin demokrasimize ve sahih muhafazakârlığın oluşumuna yaptığı katkının bir benzeri, Ülkücü Hareket’ten geliyor. Ama ne yazık ki, bu katkı çoğu zaman görmezden geliniyor, Ülkücü Hareket, daha ziyade 12 Eylül öncesi menfi Sağ-Sol gerilimiyle hatırlanmakta, çok haksızlık ediliyor.

12 Eylül Darbesi sonrası, toplumsal muhafazakârlığın siyasi arenaya aktarılmasında gerek ANAP gerek AK Parti iktidarlarında ülkücü kadroların rolü çok fazla olmuştur. Denilebilir ki, ülkücülükten gelen kadroların desteği olmasaydı, ANAP ve AK Parti iktidarları mümkün olmazdı. Ancak yine de Milli Görüş Hareketi’nin adeta kendisini yok edercesine tüm misyonunu merkezdeki yeni siyasi oluşumlara, ANAP ve AK Parti’ye aktarmasının, Ülkücü Hareket için söz konusu olmadığını belirtmeliyiz. Ülkücü Hareket ve onun siyasi temsilcisi MHP, her zaman siyasi arenada canlı biçimde var kalmayı sürdürmüştür. Hatta onun varlığı, Türkiye’de sahih bir muhafazakârlığın meydana gelmesini hiç istemeyen çevreleri hep rahatsız etmiş, bölünmesi ve parçalanması iştiyaklarını kamçılamıştır. Buna rağmen MHP ve dirayetli liderliği, ayakta kalmayı başarmış, bununla yetinmeyip hem vesayetçi sistemin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne dönüşmesine hem de Cumhur İttifakı’nın kurulmasına ve toplumsal merkezin muhafazakâr bir siyaset bloğunda temsiline eşsiz bir katkı vermeyi sürdürmüştür.

Haziran 2023 seçimlerinde gerek MHP’nin oyunu büyük ölçüde korumayı ve üçüncü parti olmayı başarması gerek MHP’den ayrılan partilerin hatırı sayılır oylar alması, medyada, kamuoyunda ve akademide milliyetçiliğin yükselişe geçtiği tespitlerine neden oluyor. Görünüşte “milliyetçilik yükseliyor” diyebileceğimiz bir durumun olduğu doğru. Geçmişte ülkücü harekette bulunmuş kişilerin yer aldığı partilerin seçmenden belli ölçülerde müspet bir karşılık görmeleri bu izlenimi pekiştiriyor. Seçimin ilk turunda HDP’nin vereceği desteği elinden kaçırmamak için etnikçi terör karşısında tavrını sert ve berrak biçimde belli etmekten kaçınan Millet İttifakı’nın ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun birinci turda amaçlarına ulaşamayınca tam aksi yöne dümen kırıp milliyetçi hatta mülteci karşıtı bir çizgiye yönelmeleri de bu algıyı iyice güçlendirdi. Ancak yakından bakıldığında, “Milliyetçilik yükseliyor” diye geçiştiremeyeceğimiz hayli karışık bir tablo var olduğu görülecektir.

Her şeyden önce, küreselci nihilizme karşı tüm dünyada milliyetçiliğin yelkenini doldurduğu buna rağmen var olan devletlere karşı terör yoluyla etnikçi ve/veya dini görünümlü yıkıcı hareketlerin gerilediği bir sürecin içindeyiz. Ülkemiz de bu süreçten payını alıyor. Haziran 2023 seçimleri de bunu teyit etti. Ancak yükseldiği söylenen milliyetçiliğin ülkemiz açısından sergilediği farklılıkları ve kurulan tuzakları da görmezden gelemeyiz.    

Önceleri milliyetçilik bir ideale yani ülküye, bir programa dayalı, ortak bir düşünme ve davranma kalıplarıyla biliniyordu. Oysa şimdi çoğu yapıda bunlardan eser yok. Onun yerine ufalanmış milliyetçi değerlerden ve düşüncelerden bazı parçalara yakın hissetmek yeterli sayılıyor. Kendi adıma MHP dışındaki siyasi oluşumları ve onlara meyleden kitleleri doğrudan doğruya yükselen milliyetçiliğin emareleri gibi görmek konusunda endişe taşıyorum. Parçalara ayrılmış milliyetçiliğin ille de iyi bir şey olmayacağı kanaatindeyim.  Yukarıda sözünü ettiğim endişeyle kast ettiğim durum da budur. “Yükselme” ifadesi, sadece iyi bir tablo varmış gibi dile getirilir ve bu “yükselen”in içindeki parçalayıcı, ufalayıcı unsurlar görülmezse, ileride başımıza gelecekleri anlamakta ve tedbir almakta zorlanırız.

Benzeri bir tablo, Milli Görüş Hareketi’ni sürdürme iddiasındaki partiler ve ilk bakışta asla bir araya gelemeyecek siyasi oluşumları birleştirmiş izlenimi veren Millet İttifakı bileşenleri için de geçerli. Orada da bütünden koparılmış düşünce öbekleri etrafında toplanmalar, yeni parçalanmalar ve fitneler için verimli bir arazi haline gelmiş vaziyette…

Her zaman büyük yapılar içinde ortak noktaları daha da artan birliktelikler, yapıştırma yan yanalıklardan daha iyidir. Birbirine benzemez parçaların sadece siyasi amaçlarla bir araya gelmesinden, ileride kaosun tarlası sürülüyor olabilir diye endişe ederim.

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41