Ev
Yaşayıp giderken pek farkına varmıyoruz içinde bulunduğumuz mekanın psikolojimiz üzerine olan etkisini. Çevre psikolojisi çalışmaları gösteriyor ki, yaşadığımız mekânla da duygusal temasımız oluyor; “yer kimliği”, “mekân duygusu” ya da “köklülük” ve “mekâna bağlılık” gibi tanımlamalar bu teması anlatabilmek için yapılıyor. Doğumumuzdan başlayarak, kendimizi inşa edebilmek, hayatın icaplarını yerine getirebilmek için duygularımızı kendi bedenimize, sevdiğimiz varlıklara, insanlara yatırıp duruyoruz. Bulunduğumuz çevredeki eşyalar ve tabiat unsurları da duygusal yatırımlarımızdan paylarını alıyor. Oyuncaklarımız, kitaplarımızın arasında sakladığımız yapraklar, anıları ölene dek saklayabilme umudumuzun ilk meyvesi hatıra defteri, bizi kaç kere ölmekten beter eden, içimizin sıkıntısını yüklediğimiz havalar… Şu cıvıltılarını ezberimize aldığımız kuşlar; uzviyetimizmiş gibi sahiplenip kıskandığımız eşyalar, başta terliğimiz, bize zimmetli, eskidikçe ayrılık acımızı arttıran giysiler, aramızda tuhaf bir bağ olan otomobil, her gün karşısında kurulduğumuz televizyon, okumak için fırsat kolladığımız, kah şöyle sonuna kadar açtığımız kah ipek mendil gibi katladığımız gazetemiz…
Hayat şeklimizi, ideallerimizi, özlemlerimizi, mutluluğumuzu, kederimizi insanlara ve eşyalara yaptığımız bu duygusal yatırımlar şekillendiriyor. Biraz kafa karıştırıcı olma pahasına söyleyeyim: Onları kendimizin haline getirerek kendimiz oluyoruz. Yolumuz gurbete düştüğünde yalnızca anamızı, bacımızı, eşimizi, dostumuzu değil, bizim oraların havalarını da özlüyoruz; “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar” diye bir avaz tutturuyoruz. Hepsinde bizden bir parça var; onlar da bizim parçamız.
Hayatı yaşadığımız mekânda tecrübe ediyoruz. Çevremiz, bu tecrübelerin neticesinde, bizim için özel anlamlar taşımaya başlıyor, yaşantımızı biçimlendiriyor. Çevremizde her ne varsa; maddi varlıklarının ötesinde bizim için sosyal, duygusal ve davranışsal planda semboller olma potansiyeline sahip. “Yaşam çevremiz”, kimlik duygumuzun sürekliliği ve istikrarına katkıda bulunarak “benim” dediğimiz; kişiselleştirilmiş, tanıdık kılınmış olmaları sebebiyle korumaya çalıştığımız eşyaları ve yerleri ifade ediyor.
İnsanın yaşam çevresi, bir sığınaktan ziyade yuva niteliği gösterdiği ölçüde, kimliğimiz üzerindeki etki gücü artıyor. “Yuva”mızı, hayallerimizi, beklentilerimizi, değerlerimizi ve inançlarımızı da kattığımız duygusal bir harç kozasıyla kaplıyoruz. “Ben” dediğimizde, o kozayı da kast ediyoruz. “Ben”, “bir yerli”yim, bir yere ait olan bir varlığım; “ait olma” benim varlığımın en temel özelliği.
Tabii durduk yerde bir yere ait olmuyoruz. Bunun için gönüllülük esasında orayı kabul etmemiz gerekiyor; zaten çevremize duygusal yatırımı tam da bu esnada gerçekleştiriyoruz. Yaşam çevremizi kabullenmemiz, kendimizi oraya ait hissedebilmemiz için oraların bizim mülkümüz olmasına da ihtiyaç yok. Kentlere, sokaklara, camiye, otobüs durağına sahip olamayız ama yine de onlar “bizim”dir, onlarda kök salabiliriz. Aramızdaki aşinalık ilişkisi sayesinde o yerin kimliğinde biz, bizim kimliğimizde o yer, hep oluyor.
Nereye ait olduğumuz, kim olduğumuzu tarif ederken vazgeçilmez önemde. Bu yüzden yaşayıp gittiğimiz mekanlar içinde, bizim kıldığımız, kendimizin haline getirebildiğimiz yerleri “evim”, “yuvam” diye anıyoruz. Oradaki insanlara “ailem” demekte bir beis görmüyoruz. “Evimiz”, “yuvamız”, “ailemiz” dediğimizde, yüksek ideal birliğimizi, sevinçte ve kederde, tasada ve kıvançta hissettiğimiz duygusal yakınlığı anlatmaya çalışıyoruz. Hatta belki de kutsiyeti… Ev halkının, akrabanın, dostluğun yüksek değer vurgusu dinimizde, tüm otantik inançlarda çok açık. Eski Türkler, sadece “ev” demezler, aynı zamanda onun kutsiyetini ifade edebilmek için “bark”ı da yanına mutlaka ilave ederler, “ev-bark” derlerdi. Biz de anlamını bilmeden asırları aşıp gelen bu deyişi kullanıyoruz.
Böyle evden barktan, dereden tepeden konuşarak lafı geveleyip duruyorum, lütfen kusuruma bakmayın. Heyecanlıyım; heyecanlanınca böyle olurum, heyecan beni zerrelerime böler, her bir zerreyi de sağa sola fırlatır. Heyecanlanmam, etrafa saçılmış parçalarımı birer birer toplamaya çalışmam demek. Toplarken de topladıklarımın bir kısmı yine dökülür, yerlere saçılır. Acemice bir zahmetle yeniden yeniden çabalarım. Şimdi galiba tam da öyle yapıyorum. Yeni Şafak”ta ilkyazım. “Beni yabancılamayın, bu gazete kurulduğundan beri ben buradaydım, burası benim evimdi, bu gazetenin hazırlanmasında emeği geçen herkes, bilhassa göz nuru harcayan yazarlar ve okurlar benim ailemdi; ailemsiniz” demeye çalışıyorum.
Hoş bulduk.
Kaynak: Yeni Şafak