Taraf olmayan bertaraf olur mu?
Türkiye çok kutuplaşmış bir ülke görünümünde; içinde bulunduğumuz kutup sanki bizim markamız olmuş durumda. Oysa ben markalaşmak isteyen ama belli bir kutupta yer almak istemeyenlerdenim; taraf olmayan bertaraf olur mu?
Berlin Duvarı yıkıldığında, iki kutuplu dünya ortadan kalkıyor, tüm dünyaya demokrasi ve barış gelecek diye çok sevinmiştik. Meğer bilemediğimiz, belki de hiç bilemeyeceğimiz başka şeyler olup bitiyormuş. Komünizm umacısı ortadan kalkınca ne yapacağımızı şaşırdık ve yeni bir umacı aramaya giriştik. Daha doğrusu giriştirildik, zira yeni umacı çoktan bulunmuş, geriye biz zavallı (!) kitleleri ikna etmek kalmıştı. Yeni umacı İslamiyet’ti; kitleleri ikna için de düne kadar (İran ve Nasır Mısır’ı gibi durumlar haricinde) genellikle Komünizme karşı dost güçler arasında sınıflanan Müslüman dünyayı “en kötü” gösterecek IŞİD benzeri hayaletler bulunmakta gecikilmedi…
Bu kutuplaşma mevzusuna dünyadaki güçler mücadelesi ekseninde bakmazsak havanda su dövmekten öte gidemeyiz. Zira 2000’li yıllarla birlikte bambaşka bir çağ başladı; özgürlükler, demokrasi ve insan hakları egemen ideolojiyi biçimlendiren ana kavramlar olmaktan çıktı, onların yerini ‘Cihatçılık’, terörizm, güvenlik, İslamofobi ve ırkçılık gibi kavramlar dolduruverdi. Eskiden iki kutuplu bir dünya varken, şirazemiz kaydı; şimdi her toplumda en az iki kutuplu bir durum ortaya çıktı. Biz çok kutuplaştık da ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki kutuplaşma, Avrupa’da merkez demokrasi yanlıları ile ırkçılar arasındaki kutuplaşma daha mı az? Kutuplaşma açısından İran ve İsrail bizden daha iyi mi durumda? Çin ve Rusya’yı değişik nedenlerle biraz dışarıda tutarsak, tüm dünya kutuplaşmadan kırılıyor, birçok toplum iç savaş olmasa bile karşılıklı boğazlaşmanın eşiğine gelmiş durumda.
İnşallah bertaraf olmayız ama böyle bir dünyada en zor durumda olanlar sizin, benim gibi hala eski dünyanın kavramlarıyla düşünmeye çalışanlar, hala demokrasi, özgürlükler, insan hakları, ahlak, “kimliğimizin bir parçası olarak öteki” kavramları çerçevesinde sorunlara çözüm arayanlar… Sizin gibilere, benim gibilere “Heyy kalkın artık Üsküdar’da sabah oldu, dünya değişti! Fanatik ideolojilerin ve hayatımızı belirleyen şirketlerin markalarından başka bir marka kalmadı!” diyeceğim ama uyandırmaya, uyanmaya kıyamıyorum. Zira tüm umudum biz uyuyanlarda; böyle bir dünyayı kurtarabilecek yegâne şey, bu uyku sırasında göreceğimiz yeni bir dünya rüyasına bağlı…
İnsan olmanın mastar hali nedir? Din bunun neresinde?
Ne güzel bir gazeteci, bana felsefe soruyor. Kutluyorum, büyük bir cesaret ve erdem gerektiriyor bu yaptığınız. Bu soru, “İnsan nedir?” sorusu, felsefi antropolojinin temel sorusudur. Eskiden insanları bu soruya verdikleri cevaplara göre değerlendirirdik çünkü insana nasıl baktığını bildiğimiz bir kimsenin, topluma, dünyaya ve tabiata nasıl bakacağını üç aşağı beş yukarı kestirebilirdik. Şimdi felsefesiz kaldı dünya, bu soruyu kim sorarsa, sadece bu soru dahi kınanma vesilesi olabiliyor, hemen ‘özcü’ diye bir suçlamaya maruz kalıyorsunuz. “Nasıl böyle oldu?” diye kimse sormuyor, ben bu hızlı kabullenmeye hayretler içinde bakıyorum. İnsan, son 20 yılda birdenbire, canlılar içerisinde bir canlı, makineler içinde bir makine, eşyalar içinde bir eşya oluverdi. Güya sadece büyük anlatılar gidecek dediler, insanla birlikte tarih de, toplum da, idealler de elimizden uçuverdi.
Bu soru çok mühim; cevabımız ne olursa olsun, ister düşünmeden, ister oyunculuktan, ister var olmaktan, ister üretim araçlarından giderek tanımlayalım insan olmanın mastarını, hepsi de olur, hepsi de doğrudur ama bu soru çok mühimdir. İnsanın ne olduğunu sormazsak, iyi hayatı da sormayız, dayanışmayı, kolektiviteyi konuşmadan “özgürlük” diye bağırırız dururuz, birlikte bir arada barış içinde yaşama şansını kaçırırız, dünya bir ormana döner. “İnsan nedir?” diye sorduğunuzda, sadece bu soru ile insan olmaktan kaynaklanan birçok potansiyel ve imkânı garanti altına almış olursunuz. Çünkü sadece bu soruyla kendiniz ve diğer insanları eşitlemiş, bir görmüş, kardeşleşmiş olursunuz, cevabınızın önemi yoktur. Hele benim gibi “insan, eşrefi mahlûkattır” derseniz, (kimi halleriyle aşağıların aşağısına sürüklense de), hangi milletten, inançtan, cinsiyetten olursa olsun tüm insanları en az kendiniz kadar şerefli ve haysiyetli görürsünüz. Ve sorunların çözümü için elinizi uzatmış olursunuz.
İnsan, eşrefi mahlûkattır derseniz, sizin için felsefi antropoloji ile dinin esasında aynı şey olduğu ortaya çıkar. Din, insan olma şerefine gerçekten mazhar olabilmek için güzel bir ahlakla ahlaklanmak haline gelir.
Türk kimdir? Kimilerinin söylediği gibi o son Osmanlı’nın torunlarının buldukları son çare midir?
Ha haa, ‘insan olmak’tan sonra ‘Türk olmak’ sorusunu bilerek sormadınız değil mi? Çağrışım zincirinin belli bir anlamını aramayayım değil mi? Lütfen latife kabul edin. Devam edeyim…
‘Türk’ kelimesinin kullanım yoğunluğunun artmasını, milliyetçi bir ideolojiye temel teşkil etmesini esas alıyorsanız, bunların Osmanlı topraklarından önce Rusya topraklarında başladığını hatırlatırım. Başka bir zaman bunun nedenlerini tartışmak isterim. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına 1924 Anayasası’nda yapılan tanımsa kastınız, bu tanımı çok sever ve tarihi gerçeklere uygun bulurum. Çünkü ‘Türk’, tarihsel olarak önce Anadolu’yu yöneten Selçuklu ve Osmanlı ile daha sonra da ‘Avrupa Müslümanlığı’ ile özdeş bir kullanıma sahip. Bu kullanımın içinde, Osmanlı hinterlandında barış içinde yaşamış herkes vardır. Cumhuriyet kurucuları da yüksek bir tarih bilinci ve sezgi ile ‘Türk’ tanımını bu uygun biçimde yapmışlar ve “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk ıtlak olunur” diyerek ‘hukuk’ ile sınırlamışlar.
Ama akademide “Türk kimdir?” sorusuna ne cevap veriliyor diye siyasi ve ideolojik kontaminasyondan kısmen uzaklaşarak soruyorsanız, Türk bir ulusal kimlik aidiyetini belirtmesinin yanında aynı zamanda bir etnik kimliktir. Etnisite deyince inanılmaz bir çarpıtma olduğunu söylemeliyim. Etnisite kavramını ırkla, kanla, toprakla bağlantılandırmak ya ideolojik fanatizmin ya cehaletin ürünüdür. Etnisite, kültüreldir; en çok da ana dille bağlantılıdır. Buna göre etnik anlamda Türk, ana dili Türkçe olandır. Tarihsel psikoloji çalışmalarımda bu tanımı esas alıyorum.
Ulus devlet bitti, şirketlere endeksli devletler mi doğdu?
Alanım değil pek ama dünyaya psikolojiden bir bakışla bakıldığında ilk göze çarpan şey olduğunu söyleyebilirim, devletler düzeni ile şirketler, özellikle büyük finans çevreleri arasındaki gerilimin. Öncelikle şu tespiti yapalım, ulus-devlet de modern bir organizasyon, doğal olarak modernliğin karakteristikleri olan rasyonaliteyi ve teknolojiyi kullanıyor. Yani şirketleri zamana daha uygun, esnek ve daha güçlü görmek gibi bir yanılgıya kapılmayalım.
Korin Karatani adında bir Japon Marksisti var, ‘Dünya Tarihinin Yapısı’ adlı fevkalade çalışmasında devlet-sermaye ilişkilerini inceliyor. Karatani’ye göre kapitalist toplum, sermaye-ulus-devlet terkipli bir Boromean düğümünden oluşuyor. “Boromean düğümü” dediği, üç halkalı gizemli bir yapı. Halkalardan hiçbirisi diğerine doğrudan bağlanmamış fakat bir halka diğerlerinden koparılırsa diğer ikisi de birbirinden kopuyor. Böyle baktığımızda da ulus-devletin yerinde durduğunu anlarız. Ama yine Karatani, Batı’da bu anlamda büyük bir krizin olduğu, zira devletin sermaye karşısında zayıf bir konuma düştüğü, demokrasinin çözüm olmak yerine sorunları büyüteceği şeklinde değerlendirmeler yapıyor. Tam anlamıyla ona katılmıyorum ama kendi analizlerimde artık Rusya, Çin, Hindistan başta olmak üzere Asya devletlerini yeterince bilmediğimizi, batıdan öğrendiklerimizle her konuda ahkâm kesmememiz gerektiğini söylüyorum. Sorunuza gelecek olursam…
Hayır, ulus-devlet süreci bitmedi, küreselleşme süreçlerini idare eden aktörler, bizzat Batılı ulus-devletler. Ancak özellikle Avrupa ve ABD’de ulus-devletler ve şirketler, yani silahın gücüyle paranın gücü arasındaki gerilimin çok arttığını, Batı’daki birçok siyasi ve sosyolojik olayın arkasında bu çatışmanın bulunduğunu söyleyebilirim.
Sağ ve sol diye bir şey kaldı mı? Yoksa bu kavramlar birbirinin içinde eriyip tek bir dünya ideolojisine mi gidiyoruz?
Bence, Sağ ve Sol diye bir ayrım, eski manasıyla kesinlikle kalmadı. Önceden sınıfsal-devlet merkezli bir ideolojik koreografi vardı. Egemen sınıflardan dolayısıyla devletten ve onları ayakta tutan resmî ideolojiden, aileden, gelenekten yana iseniz size ‘sağcı’, onlara karşı ve yeni bir dünya arayışı içinde iseniz size ‘solcu’ deniyordu. Ve bu tanımlayıcı şablon, birçok durumu izah edebiliyordu. Oysa 2000’li yıllardan beri hiçbir açıklayıcı gücü kalmadı. Sanıyorum biraz önce konuştuğumuz devletler ve şirketler gerilimi yeni bir tasnif yapma zorunluluğu doğurdu. Zira şirketler açıkça küreselleşmeci, devletler düzenine, aileye, geleneğe ve eski yaşam tarzına hatta eski ahlak, insan ve cinsiyet kimliği anlayışına karşı çıkıyorlar. Akademide bu yeni duruma ‘insan-sonrası’ (posthuman) diyorlar. Eskiden ‘solcu’ dediklerimizin çoğu, bu yeni anlayışı savunuyorlar yani sınıfsal olarak en üstte olanların safına geçtiler. Bu yeni anlayışı çok tehlikeli bulanlar ise henüz durumu tam anlamış, saflarını netleştirmiş değiller. Onların içinden daha çok ırkçı, milliyetçi, dinci tepkiler veren fanatiklerin sesleri duyuluyor ama bana sorarsanız bu fanatikler yeni dünyaya karşı çıkanların çok marjinal bir kesimi. Gidişatı olumlu görmeyenleri sadece bu marjinal, fanatiklerle sınırlamayın. Büyük çoğunluk da çok rahatsız ama sessiz; aydınların çoğu, insanların çoğu rahatsız ama şimdilik sessiz. Sessiz kitleler, henüz sağduyunun teorisini işitmiş değiller, haddizatında öyle bir teori de ufukta görünmüyor. Ama aklı başında herkeste gidişattan bir kaygı görüyorum. Geçenlerde ünlü filozof Jurgen Habermas, 90. yaşını kutladı. Bu vesileyle verdiği konferansın adı, ‘Ahlak ve Ahlaklılık İlişkisi’ idi. Yani tek bir dünya ideolojisine gidişi çok istiyor küreselciler ama sağduyulu karşı çıkışların ve arayışların da kendilerini göstereceği günler yakındır ve çoğunluk bariz biçimde sağduyudan yana…
Gençler gelecekten umutsuz; bunda geleceğin nasıl olacağını bilememek kadar koltuğun az; adayların çok olduğu rekabetçi dünya düzeninin insanı soyutlayan tarafı var. Siz nasıl görüyorsunuz? Yeni dünya düzeni ufukta görünüyor mu?
Gençler haklı; maalesef kötü ve her açıdan belirsiz bir çatışma döneminde dünyaya geldiler. Gerilim ve çatışmalar azalmayacak, artacak. Sözüm ona şu anda bir dünya savaşı hali yok ama çatışmaların şiddetine ve derinliğine, tehditlerin niteliğine, bir biçimde son on yılda grup şiddeti nedeniyle hayatlarını kaybeden insan sayısına baktığımızda, halimiz, II. Dünya Savaşı yıllarından farklı değil. Falcılar vardır, fincanın dibinde gördüklerinden çok huzursuz olur, gözlerini kapatır, “Hemen bu fincanı yıkayın!” derler ya, dünyamızın durumu karşısında benim halim de öyle. Çok karamsarım, ufukta yeni dünya düzeni falan görmüyorum. Önce sağduyudan yana olan düşünürler çıkacak, yeni teori ortaya atacaklar daha sonra bunun siyasi-ideolojik yansımaları olacak. Olacak ama henüz yok. Ama Kaf Dağının ötesinde de olsa umudum var.
Türk İslam anlayışı nedir? Heterodoks İslam mı, Ortodoks İslam mı? Yoksa bu iki anlayış da etkisini özellikle gençler üzerinde yitiriyor mu? Gençlerin dinden uzaklaşmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Çok güzel bir soru daha. ‘Türk İslam anlayışı’ deyince maalesef akla iyi şeyler gelmiyor. Zira ‘Türk İslam sentezi’ başlığı altında, 12 Eylül’ün hem görmeyi engelleyen hem pis kokan sisinin içinde, bu fevkalade önemli başlık, öyle çok ve kötü tartışıldı ki! Birçok imkân heder edildi.
Kendi adıma, Türklerin tarihsel psikolojisi üzerine kafa yormuş birisi olarak ‘Türk İslam anlayışı’ başlığını çok önemsiyorum. Bu başlık ifade ettiğiniz gibi ‘heterodoksi’, ‘ortodoksi’ başlıklarıyla tüketilemez. Dünyayı ve hayatı dilimizle kavrarız ve hepimiz bir ana dilin içine doğarız. O yüzden ana dili Türkçe olan insanların İslamiyeti, İslam’ın mesajını algılama ve yaşama biçimidir Türk İslam anlayışı ve pek doğal bir hakikattir. Türklerin Hıristiyanlığı, Budistliği ve hatta Museviliği nasıl farklı olduysa, İslamiyeti idrak biçimleri de farklıdır ve bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılması gereken, bir inancın tüm farklı kültürleri tamamen ve tıpkı biçimde aynı boyaya boyayacak olmasının düşünülmesidir. Bu insana, hakikate ters, imkânsız bir durumdur. Bir inancın farklı kültürlerde farklı biçimler alması, çeşitlilik, sanıldığı gibi ne ümmet bilincini ortadan kaldırır ne de kötü bir şeydir. Aksine hakikatin farklı pencerelerden görülebilme imkânı sunar, inanca farklı renk tonları getirir. ‘Heterodoksi’, ‘ortodoksi’ diye adlandırılmaya çalışılan Türk İslam anlayışı için konuşacak olursak, Alevilik, Sünnilik sözünü ettiğim bakış ile daha berrak biçimde kavranabilir. İnsanlar birbirlerini daha iyi anlayabilir. Bunlar uzun mevzular, bir gün bunları da ayrıntılı biçimde konuşalım ama Türklerin İslamiyete bakışlarının ve yaşamalarının inancın esasına taalluk etmeyecek şekilde farklı olduğunu, ‘Türk Müslümanlığı’ diye bir şeyin toplumsal bir gerçeklik olarak karşımızda durduğunu tekrar söyleyeyim. Aramızda birtakım önemli farklılıklar olsa da, bu konuda kendisine yakın hissettiğim düşünürümüz Sait Başer’dir. Çalışmalarını hararetle öneririm.
Gençlerin durumuyla ilgili benim de gözlerim var ama konuşmak için biraz daha beklemek yanlısıyım. Çünkü var olan ve ‘Deistleşme eğilimi’ diye tanımlanan durum ne kadar gençlerin kimlik arayışları ve siyasi tepkileriyle alakalı ne kadar yeni bir sürecin başlangıcına işaret ediyor şu anda ayırt edemiyorum. Bu konuda konuşanların da ayırt edebildiklerini sanmıyorum.
Türk İslam’ı yeni bir dünya düzeni öneriyor mu? Ya da İslam’ın insanlığa önerdiği dünya düzeni nedir?
Türk İslam anlayışı konusunda görüşlerimi söyledim. Elbette ben de kendimi bu anlayışın içinde görüyorum. Ama aynı zamanda Müslüman bedenin de bir unsuruyum. Bu ikisini birbirinden ayıramayız. Biraz önce Kaf Dağının ardında da olsa bir umudum olduğunu söylemiştim ya, sizi çok şaşırtacağını bilsem de, dünyadaki Müslümanların hali pür melallerine bakıp birçok insanı güldürecek olsam da bu umudumun ‘İslamiyet’ olduğunu söylemeliyim. Başka inançlara, en çok da kendi inanç dairesindeki farklılıklara saygılı bir biçimde, tekrar insana itibarını kazandıracak, aile hayatına ve geleneklere yeniden hak ettiği değeri verecek, bilimi ve teknolojiyi etik ile zarflayıp onaracak, dünyanın bugününde payı büyük olan tamahkârlığa, devlet ve şirketler çatışmasına çözüm getirecek olan çareler İslamiyet’teki maneviyatta potansiyel olarak bulunuyor. Daha da önemlisi maneviyatın dini bir söylem olarak canlı ve diri kaldığı, insanın maneviyatından yola çıkarak kendi derununu fark edebildiği tek inanç İslamiyet. Daha da trajik bir şey söyleyeyim, bugün İslam dünyasını kasıp kavuran, yok eden fanatizm ve şiddet sarmalının çözümü de İslamiyet’tedir. Umudum çok uzaklarda, şimdi iğne ucu kadar küçük görünüyor ama aslında çok büyük… Şüphesiz ben böyle inanıyorum diye Müslümanım ve kimseyi de benim gibi düşünmeye zorlayamam. Bu ideallere bağlı başka inançlardan kimseleri, dünyadaki kötü gidişata dur demek isteyen herkesi dinlemeye, işbirliği yapmaya hazırım.
Türkiye’deki yazılı, görsel ve sosyal medyada ötekileştirmenin ve özellikle antisemitizmin yoğun olduğunu görüyoruz. Bunu önlemeyi eğitimle mi başarabiliriz?
Haksızsınız diyemem bu söylediklerinize. Maalesef bunlar var. Lakin tamam biz kendi suçlarımızı bulup çıkaralım ve ıslah edelim diyeceğim ama antisemitizm ocağına odun atıp duranlar, durmadan bu ateşi harlandıranlar varken, Filistin meselesi orada duruyorken elimizden çok şey gelebilir mi? Sadece nasıl Endülüs yangınından, Holokost’tan Yahudileri çekip alabilmişse, onları bağrına basabilmişse bunu yine yapabilme potansiyeli bu kültürde hala var diyebilirim size. Dün Holokost’u yapanların bugünkü Neocon-Evangelist zihniyetle temelde aynı olduklarını hatırlatmak, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” saçmalığıyla daha ne kadar gideceğimizi sormak isterim ayrıca…
Kaynak: Elif Uluğ, Salom