Toplumsal psikolojimiz ve dayanışma ruhu
1)’Türklerin Psikolojisi’, ‘Türk’ün Göçebe Ruhu’, ‘Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm’… Özellikle bu üç kitabınızda ‘tarihsel psikoloji’ bakışıyla, toplumumuzun davranış tutumlarına eğildiniz. Bu açıdan baktığınızda Türk toplumunda bireysellik mi, grup davranışları mı daha çok öne çıkıyor tarihte? Ya da hangi kırılmalarla bu tutum nereden nereye evriliyor? Zor durumlarda kolay ayağa kalkabiliyor muyuz? Öyleyse bunu nasıl başarıyoruz?
Hepimiz kendimizi biricik, benzersiz olarak algılıyoruz. Bu kesinlikle doğru ama eksik, bir de başkalarıyla benzer olan, onlar gibi, ‘biz’ olarak hissettiğimiz yanlarımız var. Zira hepimiz bir toplumun, bir kültürün içine doğuyoruz. Kimliğimiz orada şekilleniyor. Her toplumun tarihsel, kültürel ve toplumsal değerler sistemi tarafından kendiliğinden oluşturulmuş, kendine özgü, nesnel diyebileceğimiz bir kimlik yapılanması bulunuyor. Bireyler, kendileri dışında gelişmiş nesnel süreçlerin sonucu olan bu kimlik yapılarını, doğup büyüdükleri toplumun içinde tecrübe edinerek kazanıyor. Ev, mahalle, akraba, okul gibi ortamlar, ideolojik aygıtlar vasıtasıyla bunları içselleştiriyor, kimlik duygusuna sahip oluyoruz.
Sağlam bir kimlik duygusu için, kişinin kendisini yaşadığı topluma, bir kesime, bir yere ait hissetmesi, yani aidiyet hissi şart. Kimlik arayışının doruğa vardığı ergenlik döneminden itibaren, aidiyet hissi en güçlü biçimde tezahür ediyor. Kimliğini inşa ederken birey, adeta toplum organizmasına veya toplumsal dokuya, yeni ve sağlam bir hücre olarak katılıyor, toplum da bu yeni hücreyi kültürü oluşturan değerler, idealler, semboller ve normlarla besleyerek canlı kalmasını sağlıyor. Kimlik duygusu ile birlikte, kolektif toplumsal yapı içerisinde ortaklaşa kurulan “birlik duygusu” da bireyi ortak toplumsal ideallerin bir parçası haline getiriyor. Aidiyet duygusu sayesinde kendisini belli bir topluluğun üyesi olarak tanımlıyor ve neye değer vereceğini bilememe kaygısından kurtuluyor. Kim olduğumuzu fark ettikçe, kendimize güvenimiz artıyor, daha kendini bilen, kendinden emin birisi oluyoruz. Aidiyet ve mensubiyet unsurları olmazsa, bütünleşmiş bir kimliğin ayrılmaz parçası olan tutunma çerçevesi sağlanamıyor; kimlik kırılganlaşıyor.
Kimliğimizin bireysel ve toplumsal yanlarını birbirinden ayırt etmek imkansız yani “ben” ile “biz” arasındaki ayrım, gerçekte sandığımızdan çok daha ince. Her şey yolunda giderken, hayat rutin seyrinde işlerken kendimizle daha çok meşgul oluyoruz, bireysel kimliğimizi ve çıkarlarımızı genişletmek için rekabet, yarışma içine girebiliyoruz. Ama toplumun dayanışmasını göstermesi gereken hallerde toplumsal kimliğimiz, bir başka deyişle ‘biz’ yanımız öne çıkıyor.
Hassaten toplumuz için konuşacak olursak… Bizim kolektif değerlerimizin ve kolektif kimlik unsurlarımızın hayli güçlü olduğunu, çocuk yetiştirme pratiklerinden başlayarak akrabalık, hemşerilik, okul, askerlik ortamlarında bunun adım adım inşa edildiğini söyleyebiliriz. Bireysel ve toplumsal kimlikler arasındaki ayrım çok ince demiştim ya, işte o ayrım bizde soğan zarından da ince. Bunun birçok tarihsel nedeni var ama son yüzyıl içinde yaşadıklarımıza bakınca tarihin derinliklerine gitmeye de pek lüzum kalmıyor. Gerek millet olarak var kalma mücadelemiz gerek yaşadığımız coğrafyada tabii afetler ve savaşların çok sık ve şiddetli olması, toplum hayatımızı ve toplumsal kimliğimizi daha önemli hale getiriyor bireysel yaşantımızı ve kimliğimizi çoğu zaman geri planda tutmak durumunda kalıyoruz. Sizin sorunuzdaki haliyle söylersem grup davranışımız çoğu zaman bireysel yaşantımızın önüne geçiyor.
Bizim bu kendimize özgü halimizin getirdiği menfi ve müspet yanlar var. Uzun süreli, kalıcı, sükunet içinde geçen, kendimizi, bireyselliğimizi geliştirdiğimiz, akılcı planlamalar yaptığımız, en iyi hayat tarzının nasıl olabileceğine, yaşam çevremizi nasıl en güzel şekilde imar edeceğimize maalesef fazla kafa yoramıyoruz. Tam tersine hayli gürültülü ve birbirimizle çokça dalaşmalı bir görüntü arz ediyoruz. Daha ziyade başımıza gelen musibetlere birlikte, dayanışma içinde karşı koymaya yatkın bir hayatımızın olması, ona göre bir zihniyet yapısı ve baş etme tarzı inşa ediyor. Sükunet ve huzur zamanlarını birbirimizle çekişmeyle geçiriyoruz ama toplu hareket etmemizi gerektiren bir musibet karşısında hemen birleşiveriyor, sanki dün didişen, planı programı boş veren biz değilmişiz gibi kolayca dayanışma içine giriyor, diğer zamanlarda beceremediğimiz organizasyonları yüksek bir örgütlenme yeteneğiyle kuruveriyoruz.
2) Gelelim asıl konumuza… Sadece Türkiye’nin değil, dünya tarihinin en büyük deprem felaketlerinden birini yaşadık, yaşıyoruz bugünlerde. Ve bir baktık ki, ‘toplum narsisizme doğru gidiyor’, ‘ben çağı’ gibi popüler tespitleri boş çıkarırcasına, müthiş bir toplumsal dayanışma ve yardımlaşma görmeye başladık. Toplumun her kesimi deprem bölgesine yardım için birbiriyle yarışıyor? Bu kenetlenmeyi ve destek ve yardımlaşmayı, Türklerin psikolojisi açısından, tarihsel süreciyle birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle milletimize, toplumumuza, hepimize geçmiş olsun diyor, baş sağlığı dileklerimi iletiyorum. Vefat edenlerimize rahmet, yaralılarımıza acil şifalar, depremde yakınını kaybeden kardeşlerime sabır ve dayanma gücü diliyorum. Sizin sorunuzda belirttiğiniz hususa toplumumuzu yakından tanımayanlar çok şaşırıyor. Daha düne kadar şiddetli kutuplaşmadan bahsedilen, kimsenin birbirini dinlemediğinden, çok kolayca sorunların çözümü için bağırıp çağırmaya başlayabilen bir toplum yapısının ağır travma şartlarında bu özelliklerinin daha da kötüleşeceği umulur, toplumda kaos beklentisi içinde olanlar avuçlarını ovuşturmaya başlar. Modern kriz psikolojisi teorileri de böyle bir öngörüye sahiptir.
Kriz zamanlarında her toplumda bazı benzer tepkiler görülür. Örneğin insanlar akılcı davranmazlar, mantık devreden çıkar, bilinçsizce kaçışır ve öfkelerini kontrolde zorlanırlar. Herkes can havliyle hareket eder. Fanatikçe bağlanmalarda artış görülür ve bunun sonucunda düşman bildiklerine karşı hesapsız saldırganlıklar olur. İntiharlar artar. Kaosa doğru bir gidiş ortaya çıkar. İnsanlar olmadık şeylerden medet umar. Önüne gelene “kurtarıcı” diye sarılır. Toplumun direnci ve dayanma gücü çok azalır ve toplumsal bağlılıklar en zayıf halkalarından kopmaya başlar. Herkes kendisini haklı görür, suç, hep başkalarında, onları bu hale getirenlerde aranır, günah keçileri, cadılar yaratılır. Kaos zamanlarında toplum adeta çocuklaşır, dizginlenemeyen çocuklar gibi davranır. Biz bu manzaraya “büyük grup gerilemesi” diyoruz.
Gerçekten bu söylenenler, dünyadaki birçok toplumsal kriz sırasında doğrulanmış, oldukça mantıklı tespitlerdir. Lakin bizde toplumsal krizlerde böyle olmuyor. Bakın, bu yaşıma kadar birçok toplumsal gerilime, büyük afetlere tanık oldum. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda toplumumuzda gördüğüm dayanışma manzaraları, insanımızın elinde avucunda ne varsa kışlaların önüne gelip bıraktığı ve askere yazılmak için kilometrelerce kuyruk oluşturduğu görüntüler hep gözümün önünde. Aynı şekilde 1999 depreminde Ankara Numune Hastanesi’nde depremzedelere verilen sağlık hizmetlerinin koordinasyonunda yer aldım. O zamanki ruh halini de yakından müşahede ettim. Tıpkı şimdi olduğu gibi toplum her kesimiyle, ayrıyı gayrıyı bırakıp, cansiperane bir biçimde ileri atılıyor, inanılmaz fedakarlıklarda bulunuyordu. Benim toplumumuzzda gördüklerim, asla yukarıdaki teorik öngörüleri doğrulamayan tam tersi manzaralardı.
Bu toplum, varlığına yönelik bir tehdit algıladığında, millet olarak var kalmasına ilişkin bir endişe belirdiğinde hemen ayağa kalkıyor ve aslan kesiliyor. Dediğiniz gibi narsisizm teorileri, post-modern kimlik analizleri böyle zamanlarda toplumumuzun gösterdiği davranış örüntüsü karşısında çöküyor.
Bakın size bir şey söyleyeyim çöken sadece onlar değil. Biliyorsunuz benim hiç katılmadığım gençleri kuşaklara ayıran ve gençlerimizi alfabenin son harfleriyle adlandırmaya kalkan teoriler de ortalıkta cirit atıyor. Genç insanlar kötüleniyor. Küresel salgın sırasında gördük ki, bizim gençlerimiz asla bu tanımlara uymuyor; beklenilenin aksine fedakâr, yardımsever, cesur davranışlar gösteriyorlar. İşte aynı gençler, şu bildiğimiz başını önündeki akıllı aygıttan ayırmıyor diye acımasızca eleştirdiğimiz gençler, yaşadığımız son felakette de yine baş rolde sahne aldılar, iyilikte, merhamette, fedakarlıkta yarıştılar. Demek ki kuşak teorileri doğru değil ama anlatmaya çalıştığım tarihsel psikolojinin nesillere aktarıldığı doğru!…
3) Aynı tutumu; yani bu kenetlenme ve dayanışma halini; zorluk, felaket ve muhtelif yıkıcı süreçlerde Batı toplumunda görebiliyor muyuz? Ya da diğer toplumlarda? Türk toplumunun bu konudaki farkları neler?
Şimdi uzun tarihsel analizlere girişmeyelim. Kaldı ki yaşadığımız büyük deprem felaketinde tüm dünya yardımımıza gelmişken, minnet hissi yaşarken böyle noktaları özellikle vurgulamak istemem. Son pandemide ülkemizde ve batı toplumlarında yaşananları tecrübe ettikten sonra zaten fazla söze gerek kalmıyor. Kısaca söylemek gerekirse, büyük ihtimalle farklı tarihsel geçmişe ve toplum düzenine bağlı yaşantıların yol açtığı ciddi farklılıklar var Batı toplumlarıyla aramızda. Bu farklılıklar büyük felaketler ve yıkıcı süreçler karşısındaki tavırlarda iyice belirgin hale geliyor.
“Yiğit düştüğü yerden kalkar” sözünün anlamını bir batılıya anlatmakta çok zorlanırsınız. Hele hele bu sözün doğruluğuna üstelik sadece tek tek kişiler için değil bizim toplumumuz için de geçerli olduğuna inandığınızı söylerseniz hayli müşgül yaşarsınız. Aynı zorluğu “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” sözümüzü açıklarken de yaşayacağınız kesindir. Aslında dikkatli bakıldığında tüm bu ve benzeri sözlerimizde anlatmaya çalışılan, dar zamanda, büyük bir musibetle karşılaştığımızda direnç ve dayanışmayla bunu aşacağımıza olan inancımızdır. Maalesef aynı direnci ve felaketler, büyük zorluklar karşısında sergilediğimiz muazzam dayanışmayı sair zamanda uzun süreli, kalıcı plan program yapmakta gösteremediğimiz de bir gerçektir.
4) Göçebelik kültüründen geliyor olmamızın; zorluklarla mücadele, yeni durumlara kolay alışma ve bu duruma göre hızlı davranışlar geliştirme, dayanışma gibi tutumlarda mahir olmamızda etkisi var mı? Varsa artık yerleşik düzene çoktan geçmiş bir toplum olarak nasıl hala bunun izleri bugüne yansıyor?
Türklerin psikolojisini anlamaya çalışırken en çok dikkat kesilmemiz gereken hususlardan birisi de mekanla ilişkilerimiz bir başka deyişle uzun bir göçebelik mirasına sahip olmamız. Öyle sanıyorum ki mekanla ilişkilerimizdeki “iğretilik” en temel özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu öyle basit bir olgu değil. Mekanla ilişkilerimizdeki iğretiliğin, oturmak-yerleşmek yerine konmanın, hep kalkıp gidecek gibi olmanın, toplumsal psikolojimizde önemli etkisi var. Güçlü vatan ve devlet sevgimizden, en yeniyi, en güçlüyü izleme tavrımıza, modern zamanlarda planlı şehirler kuramamamızdan damak zevklerimize kadar birçok davranışınızın kökeninde bu göçebe ruh hali bulunuyor. Göçebelik yaşantısının meydana getirdiği zihniyet, bizi daha tabiatla barışık, dayanışmacı ve toplumcu kılıyor. Evet, dediğiniz gibi zorluklarla mücadele, yeni durumlara kolay alışma ve hızlı uyum sağlama tutumlarımızda da uzun göçebe geçmişimizden ettirdiğimiz mirasın etkisi, kanaatimce çok fazla…
Yerleşik dediğimiz toplumların binlerce yıldır aynı yerde ikamet etmeleriyle bizim birkaç yüz yıldır kısmen başardığımız olduğumuz konar-göçerlikten yerleşikliğe geçiş aynı değil. Görmüyor musunuz o mahalleden bu mahalleye, şu şehirden bu şehre taşınıp duruyoruz; yollarımızda, yerleşimlerimizde kazılar bir türlü bitmiyor. Şehirlerimiz her zaman adeta bir şantiye yeri gibi. Gecekondu sorunumuz son zamanlara kadar en büyük problemimizdi. Gecekondularımız ve oradaki kültür, hızlı şehirleşme nedeniyle dünyanın bazı büyük metropollerinde oluşan banliyölerden çok farklı bir görünüm arz ediyordu.
Diyeceksiniz ki, “Peki, Osmanlı’nın insanlığa sunduğu armağanlardan biri olan Türk-İslam şehri?”… Çok haklısınız, Türk-İslam şehri diye bir olgu var ama şimdi hayatta mı emin değilim. Gelin, size Türk-İslam şehriyle ilgili bir pasaj göstereyim: “Türk şehri, mahallesi ve evi Prof. Dr. Turgut Cansever’in tesbiti ile: Standartlar yanında farklılaşma, merkezin ürettiği bilgi ve katılım, abidevîlik ve küçük ölçü, mükemmellik ve üzerine ek alabilme, stoik bir yapısallık yanında tabiat ile beraberlik, kalıcı olmakla birlikte değişen şartlara uyabilirlik özellikleri ile 21. yüzyıl insanlığının sorunlarına çözüm getirebilme imkânı ve tecrübesine sahiptir. Türk-İslam şehri A. Hamdi Tanpınar’ın tavsifi ile: ‘Türk-İslam şehri her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevki ile vardır, her adımda önümüze çıkar. Kâh bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir.’”
Evet, Türk-İslam şehri gerçek ama bunun nostaljik bir ütopya olduğu, yaşadığımız dünyada Türk-İslam şehrinin yerinde yeller estiği de bir gerçek. Modern zamanlarda bu anlayışımızı sürdüremedik, yine göçebe ruh halinin etkisiyle tam ne olduğunu anlamadan batılı şehirleri kopyalamaya koyulduk ama onu da tam manasıyla beceremedik.
5) Yine ‘tarihsel psikoloji’ nazarıyla ele aldığımızda, Türk toplumu bugüne kadar hangi tür zorluklarda büyük kenetlenme, dayanışma örnekleri gösterdi sizce? Ve bunu nasıl yaptılar? Mesela Kurtuluş Savaşı, kıtlıklar, Birinci Dünya Savaşı, 15 Temmuz…
Çok yaşayın, tamamen katılıyorum. Bilhassa Millî Mücadelemiz, tam bir dayanışma, küllerinden yeniden doğma örneğidir. Ben yakın tarihimizi öğrendikçe toplumumuzun asla esaret altına alınamayacağına, ülkemizin asla işgal edilemeyeceğine zaten yürekten inanmıştım. İşgalcilerin kısa sürede ülkemizi terk etmelerinde bunu idrak etmiş olduklarının payı da olduğunu hep düşünürüm. 15 Temmuz direnişini bizzat insanımızla birlikte yaşayınca, buna iyice kani oldum.
6) Sizi son dönem yaşadığımız felakette, en çok etkileyen dayanışma ve yardımlaşma örnekleri neler oldu?
İnsanımızın dişiyle, tırnağıyla biriktirdiklerinin neredeyse tamamını hiç düşünmeksizin depremzedelere bağışladığını hepimiz gördük. Bu gayret hala her yerde devam ediyor ve birçok gıpta edilecek örneğe birlikte şahit oluyoruz. Haklı olarak adeta canından verilen bu yardımlara gidiyor dikkatimiz ama varsılımızın da infakta adeta yarıştığının, çoğunun da bunu göstermeden yaptığının birçok örneğini biliyoruz. Allah hepsinden razı olsun. Ama Azerbaycanlı kardeşlerimizin yardımları, cebinde parası olmayan bir emeklinin maaşı kadar kredi çekip Türkiye’nin ihtiyacı daha acil deyip göndermesi ve hele de yokluk-yoksulluk içinde olduğu her halinden belli Server Beşirli adlı Azerbaycan Türkü’nün evinde ne varsa yüklediği ve bayrağımızı da astığı parçalanmak üzere olan otomobilinin fotoğrafı zihnime kazındı.
7) Bugünlerde neredeyse tüm ülkenin kalbi deprem bölgesinde atıyor. Siyaset üstü bir durum görüyoruz. Türkiye Komünist Partisi İHH’yla birlikte bölgede yemek dağıtıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında her durumda kimliğimizle, onu ifşa ederek yaşarız ama barış içinde kalmayı ve insanların birbirlerine, değişik kimliklere saygılı olmayı başarmış bir toplumda insanlar bireysel kimliklerini öne çıkarır, kolektif kimliğini ve siyasi görüşlerini belirtir ama bir parça geride tutar, ayrıca vurgulamaya, altını çizmeye gerek olmadan yaşanıp gidilir. Ama kriz zamanlarında, bu normal akış bozulur, kolektif kimlikler bireysel kimliklerin önüne geçer ve insanlar hangi kolektif kimlikten olduklarının sembollerini ifşa etmeye, benzerleriyle aynı safta yer almaya çalışırlar ve beklenir ki daha fazla çatışırlar… Çok şükür bu süreç, tarihsel psikolojimiz nedeniyle biz de tam olarak öyle olmuyor, yine olmadı.
“Cenaze evinde kavga ve kırgınlık olmaz”, felaket nasıl farklılık göstermeden herkese gelmişse, felaketin üstesinden gelmek için de farklılığa bakmaksızın herkes el birliği yapmalıdır. Demek ki toplumsal psikolojimizde yer eden dayanışma ruhu ve matem kültürü, modern siyasi kültürümüzden çok daha güçlü… Bu kültüre direnmeye kalkar, felakette ortaklaşmayıp siyaset yapmaya kalkarsanız toplum size haddinizi bildirir.
8) Kuvai Milliye ruhu Türk toplumunun her döneminde farklı şekilde tezahür etti mi sizce? Bugün içinde yaşadığımız durum da buna bir örnek teşkil eder mi? Nedir o ruh?
Tam da olan budur; ihtiyaç hasıl olmuş, ayrılık gayrılık bitmiş, kavgalar, didişmeler sonraya bırakılmış, “söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” denilerek bizi biz yapan kuvvet, milli güç Millî Mücadelede olduğu gibi yine harekete geçmiştir.
9) Sadece kendi içimizde değil, başka toplumların yaşadığı zorluklara karşı da hoşgörü geliştirebilen, empati kurabilen bir millet olduğumuz söylenebilir mi? Örnek verir misiniz?
Kardeş, bakın dünyanın her yerinden ülkemize yardımlar yağdı. İsrail, Ermenistan, Yunanistan buna dahildi. Hepsine çok teşekkür ederiz. Tamam, felaket çok büyüktü, uluslararası dayanışma diplomasisi bunu gerektiriyordu ama bu yardımlaşmada özellikle İslam ülkelerinden ve Türk dünyasından gelen yardımlarda inanılmaz bir fedakârlık ve cansiperane bir tutum vardı. Filistin dahi kurtarma ekibi ve yardım gönderdi. Yokluklar içindeki kardeşlerimiz Arakanlıları, yoksul Afgan halkının çırpınışlarını kalbimiz kaydetti. Niye böyle olduğu konusunda hiç kendinizi yormayın. Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar nerede dara düşmüş insanlar, felaketle karşılaşmış toplumlar, mazlumlar varsa oraya koşmaya çalışmamız ve oralardaki insanların duyduğu minnet hissinden daha açıklayıcı bir gerçek bulamazsınız. Örnek soruyorsunuz, ben size soruyorum: Dünyanın neresinde insanlar acı çekti de milletimiz onu kendisine yapılmış gibi hissetmedi ve yardıma koşmadı.
10) Toplum ve devlet olarak mültecilere, mazlumlara kol kanat germemiz, en yakın tarihle söyleyecek olursak pandemi döneminde dünyanın pek çok ülkesine yaptığımız yardımlar (ki o dönem bazı muhalifler buna bozulmuştu) bugün bize dünyadan gelen yardımlar olarak da dönüyor? Bu konuda, Türklerin başka milletlere olan hoşgörüsü ve bunun geri dönüşü açısından neler söylenebilir?
Söze lüzum var mı, apaçık gerçekler ortada değil mi? Merak eden açar bakar son dönemde onca eleştiriye ve fırtınaya göğüs gererek en çok göç alan ülkenin, adeta “mazlumlar için esenlikler yurdu” olan ülkenin neresi olduğunu…
11) İslam öncesi ve sonrasında Türk toplumunda yardımlaşma, kenetlenme duyguları nasıl değişti? Ya da değişti mi? İslam’ın bu duygulara olan katkısı, bir yaşam tarzı olarak dinin etkisi ne oldu, oluyor?
Bana toplumsal psikolojimizdeki en büyük sorun, hatta sorunların kaynağı ne diye sorsanız hemen “segmenter toplum yapımız” diye cevap veririm. Toplumumuz, Batı’daki gibi sınıflardan değil, birbiriyle münasebetleri hayli zayıf segmentlerden oluşuyor ve bu durumun kökenleri çok eskilere soy-boy tazı örgütlenmemize dayanıyor. Farklı toplum kesimleri, sadece kendilerine benzeyenlerle bir araya gelmeye ve kendi birliklerinin sembollerini ulvileştirmeye, diğerlerininkileri ise küçük düşürmeye çalışıyorlar. Semboller üzerinden yürüyen gerilimler, duygusal bir zeminde, kimlik ve kişilikler alanında cereyan ettiğinden müzakere ve mutabakatla neticelenme şansı çok az oluyor. Birçok toplumsal gerilimin, kardeş kavgalarımızın kaynağında maalesef bu yapısal derdimiz bulunuyor. Biz Türklerin hemen tamamen İslamiyeti kabulümüz, bu yapısal yaramızı iyileştirmek, ortak bir inanç alanında aynı değerlere bağlanmak anlamında büyük bir fırsat oluşturdu. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki başarılı atılımlarımızda İslam sancağı altında kenetlenmemizin payının büyük olduğunu düşünüyorum.
12) Son dönem bir psikiyatr olarak, kalbi deprem bölgesinde atan insanlara ve oradaki zor durumda olan insanlara faydalı olma çabalarına dair gözlemleriniz neler? İnsanlar nasıl bir ruh halinde?
Doğrudur, istisnasız hepimizin kalbi deprem bölgesindeki kardeşlerimiz için atıyor. Hepimiz hayat planlarımızı, önceliklerimizi ona göre değiştirdik, depremzede kardeşlerimizle yoğun bir duygudaşlık içine girdik. Bu öylesine bir ruh hali ki, felaketin başlangıcında koşup bir an evvel oraya gitmek, acılarını yüz yüze paylaşmak, onlar için elimizden ne geliyorsa yapmak istedik. Bir çoklarımız bunu gerçekleştirdi, akın akın felaketin olduğu yerlere gittik, maalesef bu nedenle trafiğin tıkandığı oldu. İlk gün benim de içim içime sığmıyordu ama hastanede işleri, gönüllü faaliyetlerini organize etmek gibi mühim vazifelerim vardı. Hemen tüm doktorlarımız bölgeye gitmek için seferber oldu. Ertesi gün vizit yaparken içim öyle sıkıldı ki, “ben de gitmek istiyorum, başka türlü huzurlu olamayacağım” dedim hekimlerimize. Onlarla bir durum değerlendirmesi yaptıktan, sohbet ettikten sonra biraz rahatlayabildim.
Kaynak: Muhit Dergisi, Mart 2023 sayısı